Suriye, Lübnan, Irak, Şili… Dünya Dönmeye Devam Ediyor
9 Ekim 2019 tarihinde Türkiye bir süredir konuşulan ve ABD ve Rusya gibi ülkelerle de görüşülen bir konuda harekete geçti. Güney sınırlarından kaynaklanabilecek güvenlik tehdidi ve Suriye’nin kuzeyindeki PYD/YPG güçlerinin varlığına karşı “Barış Pınarı” operasyonu başlatıldı. Kara ve hava güçleri ile başlatılan operasyonda “Suriye Milli Ordusu” olarak adlandırılan Suriye rejimine muhalif güçler de yer aldı. Türkiye’nin tezi sınırda bir güvenli bölge oluşturarak terör koridorunu engellemek ve Türkiye’de yaşayan 4 milyona yakın Suriyelinin bir kısmının bu bölgeye geri dönmesini sağlamaktı. Güneyde Suriye rejimi ve ABD unsurlarının ve daha da Doğuda PYD/YPG’nin varlığına karşı Türkiye sınırının güneyinde kontrolü sağlamak için askeri güç kullanımına gitti.
Türkiye ABD Başkanı Barack Obama döneminde de sınırda güvenli bölge oluşturulması için uluslararası müdahaleyi desteklemiş ancak ABD doğrudan müdahale yerine bölgede beliren IŞİD tehlikesine karşı sınırlı bir müdahale ve yerel güçlerle çalışmayı tercih etmişti. Türkiye daha sonra Rusya ve İran ile birlikte Astana sürecinin bir parçası ve savaşın sona ermesine yönelik düzen verme çabasının önde gelen paydaşlarından olmuştu. Ancak bölgedeki gelişmelerin istediği yönde gitmemesi sonucunda ve ilgili hemen hemen tüm aktörlerinin tehdit olarak kabul ettiği IŞİD tehlikesinin bertaraf edilmesi ve IŞİD unsurlarının kontrol altına alınması sonrasında Türkiye sürece doğrudan müdahil olma kararlılığını ortaya koydu. Gerek Rusya gerekse ABD ile görüşmeler gerçekleştirildi. Son olarak geçtiğimiz Pazar günü ABD Başkanı Donald Trump ile Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan arasında yapılan telefon görüşmesi sonrasında operasyonun fitili çekildi. ABD Kongresi ve Pentagon’da Türkiye’nin operasyonuna karşı görüşler hâkim olmasına rağmen, Başkan Trump’ın kerhen de olsa onay vermesi ile belirli bir bölgedeki ABD askerleri geri çekilerek operasyonun önü açıldı.
Türk makamları operasyonu BM Şartı'nın ülkelere kendilerini savunmak için güç kullanma hakkı veren 51’inci Maddesi’ne dayandırarak gerekli bilgilendirmelerde bulundu. BM Güvenlik Konseyi üyesi ülkelerin Ankara'daki diplomatik misyon temsilcileri, Dışişleri Bakanlığına çağrılarak harekatla ilgili bilgi verildi. Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu BM Güvenlik Konseyinin daimi üyelerinin yanı sıra BM Genel Sekreteri Antonio Guterres, BM Güvenlik Konseyi'nin dönem başkanlığını yürüten Güney Afrika, BM Genel Sekreteri'nin Suriye Özel Temsilcisi Geir Pedersen ve Suriye rejiminin İstanbul Başkonsolosluğuna konuyla ilgili bilgi verildiğini açıkladı. Milli Savunma Bakanlığı tarafından da ABD, Rusya, Birleşik Krallık, Almanya, Fransa ve İtalya ile NATO ve BM Genel Sekreterliklerinin Barış Pınarı Harekâtı’na ilişkin bilgilendirildiği ifade edildi.
Harekâtın başlamasının ardından ABD, AB ülkeleri, Arap Ligi ve Astana sürecinde Türkiye’nin birlikte hareket ettiği Rusya ve İran’dan kınama ve uyarı açıklamaları geldi. AB Dış Politika ve Güvenlik Yüksek Temsilcisi Federica Mogherini yaptığı açıklamada, Türkiye’ye Kuzeydoğu Suriye’deki askeri harekâtını durdurma ve askeri güçlerini geri çekme çağrısında bulundu. Bazı AB ülkeleri Türkiye’ye silah satışlarını askıya alırken, 14 Ekim günü toplanan AB Dış İlişkiler Konseyi uyarı niteliğinde bir açıklama yayımladı. Konsey, Türkiye’nin harekâtını bölgede güvenlik ve istikrarı zedelediği ve daha fazla sayıda sivilin yerinden edilmesine ve acı çekmesine neden olacağı gerekçesi ile kınadı. Türkiye’nin Barış Pınarı Harekatı’nın BM liderliğindeki siyasi süreç doğrultusunda barışa ulaşma çabalarını zorlaştırdığını ve DAEŞ’i yenilgiye uğratmak için bugüne kadar kat edilen başarıyı da tehlikeye attığını belirtti. Sonuç belgesinde bu noktalar vurgulandıktan sonra, AB’in Suriye’nin teritoryal bütünlüğünü ve BM Güvenlik Konseyi’nin 2254 sayılı Kararı ve 2012 Cenevre Bildirgesi uyarınca gerçek bir siyasi geçişi desteklediği belirtilerek, Türkiye’nin Kuzeydoğu Suriye’deki güvenlik endişelerinin siyasi ve diplomatik yollarla giderilmesi gerektiği savunuldu. DAEŞ’e karşı uluslararası koalisyona çağrıda bulunularak, konuyla ilgili bakanlar düzeyinde bir toplantı yapılması istendi. Türkiye’ye silah satışına yönelik ortak bir karar çıkmadı ancak bazı Üye Devletlerin Türkiye’ye silah satışlarını hemen durdurma kararına atıfta bulunuldu.
Operasyonunu kaderini tayin edecek iki önemli gelişme daha yaşandı. Bunlardan biri Ankara’da ABD Başkan Yardımcısı Mike Pence ile varılan uzlaşı ikincisi ise Rusya ile varılan Soçi mutabakatı idi. 22 Ekim’deki Soçi Zirvesi’nde varılan mutabakata göre, Türkiye’nin Suriye sınırında Tel Abyad ile Resulayn arasında oluşturduğu ve ABD ile üzerinde uzlaştığı, 120 kilometre genişliğinde 32 kilometre derinliğindeki güvenli bölgeyi Rusya da kabul etti. Buna göre bu güvenli bölgenin başlangıçta planlandığı gibi genişletilmesi mümkün olmayacaktı. Bu hat dışında kalan 10 km’lik derinlikteki alanda ise Rusya ile ortaklaşa devriye faaliyeti yürütülmesi kararlaştırıldı. YPG’nin bu hattan çekilmesinin sağlanması görevi ise Rus askeri polisi ve Suriye sınır muhafızlarına verildi. ABD yönetimi bu uzlaşılar sonrasında Türkiye’ye karşı yaptırım uygulamalarını geri çekse de konu Temsilciler Meclisinde tekrar gündeme geldi. Temsilciler Meclisi, Türkiye’nin operasyonuna tepki olarak, yaptırımlar getirilmesini öngören yasa tasarısını oy çokluğu ile kabul etti. ABD ile varılan uzlaşıya rağmen yaptırımların getirilmesi ilişkilerin henüz düzelmediğini ve karşılıklı anlayışlarda önemli farklar olduğunu ortaya koydu.
Bunun yanında, AP Türkiye’yi kınayan bir karar aldı. Kararda, AP üyeleri “tek taraflı” olarak adlandırdıkları Türkiye’nin ‘Barış Pınarı’ operasyonunu kınadılar ve tüm askeri güçlerin Suriye’den çekilmesi çağrısında bulundular. Türkiye’nin Suriye operasyonunu uluslararası hukukun ihlali olarak gören ve “işgal” olarak nitelendiren kararda, bunun tüm bölgede istikrar ve güvenliği zedelediği de belirtildi. Operasyonun IŞİD’in yeniden canlanmasına yol açabileceğine değinilen kararda, asker ve sivil can kaybı ve en az 300 bin kişinin yerinden edildiği ifade edildi. Kararda, Konseye Türkiye’ye tarım ürünlerinde tercihli ticaretin askıya alınması ve son aşamada gümrük birliğinin askıya alınmasını da içerebilecek hedefli yaptırımlar uygulanması çağrısında bulunuldu.
Uluslararası Tepkiler
Türkiye’de operasyonun haklılığına inanmış birçok kişi operasyona dört bir yandan gelen uluslararası tepkiler karşısında hayret ve kızgınlıkla karışık bir hayal kırıklığı yaşadılar. “Türkün Türk’ten başka dostu yoktur” refleksi tekrar ortaya çıktı ve Türkiye’nin yine anlaşılmadığı ve haksızlığa uğradığı anlatıldı. Televizyonlar ve haber kanalları operasyonun haklılığını Türk halkına aktarmak için uğraştılar. Ancak Türkiye sınırları dışında hangi yöne giderseniz gidin genel olarak hava olumsuzdu. AB, Arap Ligi gibi örgütler Türkiye’ye operasyonu durdurması çağrısında bulundular. Hollanda gibi bazı ülkeler silah ihracatını yasaklama kararı aldı. Genel olarak sosyal medya ve internet dünyasını Türkiye’yi işgalci olarak gösteren ve Kürtleri ortadan kaldırmayı hedeflediğini belirten bildirimler ve postlar sardı. Bizzat Başkan Trump “Türkler ve Kürtlerin birbirlerine düşman” olduğunu belirten bir ifade kullandı. Üstün körü kanılar ve önyargılar sel oldu aktı ve doğru ile yanlış, bilgi ile bilgi kirliliği birbirine karıştı.
Tüm bunlardan ortaya çıkan iki önemli sonuç vardı: Birincisi Türkiye’nin operasyonu yaparken uluslararası iletişime önem vermediği ya da gereğince yapmadığı ikincisi de 2000’li yıllarda yükselen bir yıldız olan Türkiye’nin dünyadaki algısının olumsuz olduğuydu.
Harekâtta askeri başarı kazanılırken, bu başarının siyasi ve diplomatik kanallar ile tamamlanması ve devam ettirilmesi gerekir. Bunun için kamu diplomasisi de dâhil olmak üzere harekâtın haklılığı ve uluslararası hukuku gözeterek yapıldığı konusunda iletişim faaliyetlerinin sürekli bir şekilde, sosyal medya dâhil olmak üzere farklı mecralarda ve hükümetler, siyasetçiler, basın, akademi ve sivil topluma yönelik olarak gerçekleştirilmesi gerekir. Türkiye’nin uluslararası toplumdaki konumunu güçleştirecek adımlardan kaçınılarak, bıkmadan ve usanmadan ve “nasıl olsa Türkiye’ye karşılar, ne yaparsak yapalım bizi dinlemezler” gibi bir kolaycılığa ve kaderciliğe teslim olmadan iletişim faaliyetlerinin sürdürülmesi gerekir. Bunun yanında, iletişimin bütüncül bir kavram olduğu ve Türkiye’nin uluslararası güvenirliğinin ve itibarın güçlenmesinde ülke içindeki ilerlemeci reform adımlarının da büyük etkisi olacağı unutulmamalı. Türkiye’nin uluslararası itibarının güçlendiği 2000’li yılların aynı zamanda Kopenhag kriterlerini karşılamaya yönelik reformlar ile AB sürecinin de hızlandığı dönem olması tesadüf değildi. Türkiye’nin demokratik ülkeler liginde kredibilitesini yükseltecek hukuk, özgürlük, denge ve denetleme, iyi yönetişim gibi alanlarda atılacak reform adımları kuşkusuz ki diğer alanlarda Türkiye’nin inanılırlığını yükseltecektir.
29 Ekim Kutlamaları
Bütün bunlar olup biterken, Türkiye, Cumhuriyetin ilanının 96'ncı yıl dönümünü kutladı. Özellikle İstanbul, Ankara ve İzmir’de kutlamaların son derece coşkulu bir şekilde yapıldığı, cumhuriyet ve demokrasi beraberliğini vurgulayan mesajların öne çıktığı görüldü. İçinden geçilen siyasi, ekonomik ve sosyal sorunlara rağmen, Türkiye’de halkın büyük bölümünün Atatürk’ün mirası olan Cumhuriyete sahip çıkması ve Cumhuriyet kutlamalarını neredeyse bir halk şölenine dönüştürmesi demokratik bilinç açısından olumlu bir gelişme. Türkiye’nin kendine özgü karakteristik özellikleri ve birikimlerine sahip çıkarken, aynı zamanda küresel dünyanın bir parçası olabilmesi ve dünya halklarına ve kamuoyuna hitap edebilecek bir dil geliştirebilmesi büyük önem taşıyor. Bunun için de kendi içinde kutuplaşmaları aşarak, ortak paydalarını sahiplenmesi gerekiyor ki bu ortak paydaların temelinde Cumhuriyet ve Atatürk mirası yatıyor. Bugün gelinen noktada Türkiye’nin Osmanlı mirası ile barışması da önemli ancak bu yeni bir Osmanlıcılık sevdası anlamına gelmemeli. Günahı ile sevabı ile Osmanlı deneyiminin bu halkın belleğindeki izdüşümleri ve etkilerinin kabul edilmesi ve buna ilişkin tartışmaların aşılması anlamına geliyor. Geçmişe yönelik konuları açıkça konuşup irdeleyemezsek ileriye gitmemiz de imkânsız hale gelir.
ABD Temsilciler Meclisi geçtiğimiz nisan ayında sunulan bir öneriyi oylayarak, 405 “evet” oyuna karşılık 11 “hayır” oyuyla 1915 olaylarını soykırım olarak tanıyan karar tasarısını kabul etti. Tasarının yasalaşması için Senato’dan da geçmesi gerekiyor. Zamanlama açısından, Türkiye’yi Suriye’ye yönelik operasyonu yüzünden cezalandırmaya yönelik bir girişim olarak değerlendirilse de, konunun her nisan ayında gündeme gelen bir diplomatik kriz vesilesi oluşturduğu aşikâr. 1915 olaylarını soykırım olarak tanıyan parlamentolara ABD de eklenmek üzereyken, Türkiye’de Hrant Dink Vakfı tarafından düzenlenmek istenen 'Kayseri ve Çevresi Toplumsal, Kültürel ve Ekonomik Tarihi Konferansı' Valiliğin izin vermemesi üzerine önce İstanbul’a alındı. Burada da Şişli Kaymakamlığından gelen tebliğ ile yasaklandığı bildirildi ve sonunda bir Kayseri Mantı Festivali’ne dönüştürüldü. Bu trajikomik olaylar silsilesi kendi meselelerimiz ile ne ölçüde yüzleşebildiğimizi de ne yazık ki ortaya koyuyor. Anadolu’nun tarihine yönelik bilimsel bir kongreye dahi tahammül edemez hale gelen bir ortamda geleceğin Türkiye’sini inşa etmemiz çok zor gözüküyor.
Dünyada Hareketli Günler
Türkiye gündemini büyük ölçüde Suriye’ye ilişkin gelişmeler meşgul ederken, dünyanın çeşitli noktalarında hareketli günler yaşanıyor. Gelir eşitsizliği, yaşam standartlarındaki düşüş, sosyal haklardaki gerileme, yolsuzluk gibi sorunları içeren kısaca neoliberal ekonomik ve sosyal politikaların çıkmazı ve yönetimlerin beceriksizliği ve yetersizliği olarak adlandırabileceğimiz yönetişim krizine karşı halkın sokaklara indiği gösterilere şahit oluyoruz. Hong Kong’da Çin yönetimine karşı başlayan gösteriler günlerce sürmüştü. Şimdi de Lübnan’da Başbakan Hariri’nin istifasına yol açan, Şili’de halkı sokaklara döken gösteriler “neler oluyor?” sorusunu sormamıza neden oluyor. Şili’de toplu ulaşıma getirilen zamlara tepki olarak başlayan gösteriler 8 bakanın görevden alınmasına yol açarken, Lübnan’da hükümetin iletişime ve özellikle sosyal iletişim ağı WhatsApp uygulamasına vergi getirme kararına karşı başlayan protestolar genel olarak hükümete ve Lübnan’ın mezhepsel temsile dayalı yönetim sistemine başkaldırı hareketine dönüştü. Irak’ta da birçok şehirde “Elit Terörle Mücadele Güçleri Komutanı” General Abdülvahap el Saadi’nin İran’ın telkinleri sonucunda görevden alındığı haberleri ile başlayan gösteriler şiddet yoluyla bastırılmaya çalışılmasına rağmen devam etti.
Özellikle Şili ve Lübnan’daki gösterilerden yansıyan sosyal medya paylaşımları, birbirinden uzaktaki bölgelerdeki insanları bir araya getiren evrensel bir ruhu da ortaya koyuyor. Lübnan’da halk Beethoven’in “Neşeye Övgü” senfonisini Arapça sözlerle söylerken, Şili’de halk 1973 yılında, askeri darbe sırasında öldürülen Victor Jara’nın şarkıları ile içlerini döküyor. Güvenlik güçleri ve milislerle halkın çatışması sonucunda can kaybı ve ekonomik zarara yol açmasına rağmen bu gösterilerin ortaya koyduğu bir şey de şu: Bardağı taşıran damla kimi zaman yeni bir zam ya da yeni bir vergi olabiliyor. Ancak hem ekonomik sorunları hem de yönetişim sorunlarını çözemeyen yönetimlerin özellikle alt ve orta sınıfları etkileyen önlemlerle günü kurtarma çabaları artık halkın tahammül edemeyeceği boyutlara gelince, halk tek çareyi sokağa inmekte buluyor. Irak ve Lübnan örneğinde dış müdahaleler ve mülteci akınının etkileri gibi tek bir yönetimin başa çıkmasının mümkün olmadığı konularda uluslararası dayanışmanın önemini ve gereğini de vurgulamak gerek. Uluslararası işbirliği ruhunun ölmekte olduğu günümüzde yönetimlerin tek başlarına göç, iklim değişikliği gibi konuları çözmelerini beklemek de aşırı iyimserlik olur. Ancak yolsuzluğa bulaşmış, keyfi yönetim tuzağına düşmüş hükümetlerin varlığı da sorunları büyütüyor.
Tüm bu olanlar günümüz dünyasının gerçeklerini de dikkatimize sunuyor. Nedir bu gerçekler? Öncelikle, dünyanın neresinde olursanız olun tüm insanların isteği bir: temel ihtiyaçlarını karşılayabildiği yani “ayın sonunu getirebildiği”, toplumun sınıfları arasındaki pergelin açılmadığı, hastalıkta veya yaşlılıkta kendisini koruyan ve kollayan bir devletin var olduğu, iyi yönetilen, adaletli ve özgür bir toplumda yaşamak. Aslında insanların isteği belki her dönemde aynıydı. Bugünü farklı kılan, iletişim araçlarının gelişmesi ve anında bilgi akışı sayesinde insanların “neler olabileceği” ile “neler olduğu” arasındaki farkı daha açık bir şekilde görebilmeleri. Arzulanan iyi yönetişimin gerçekleşmesi ise demokratik ve şeffaf yönetimlerin işbaşına gelmesine bağlı. Yani gücün denetlenebildiği, halkın yönetime kurumsal mekanizmalar aracılığıyla katılabildiği, halkın beklenti ve isteklerine duyarlı yönetimler. Burada günümüzün bir diğer gerçeği ile de yüz yüze gelebiliyoruz. Halkın isteklerini yansıttığı iddiası ile başa gelen popülist akımlar ve liderler. Halkı temsil ettiklerini iddia eden, elit adı altında toplumun bir kesimini ötekileştiren ve bütün bunları kendi suçlarını örtbas etmek için kullanan popülist liderlere dünyanın birçok ülkesinde rastlamak mümkün. Popülizm genel geçer bir siyasi temsil biçimi haline gelmiş durumda. Popülizm tuzağından kurtulmak da halkı temsil ettiğini iddia eden liderler yerine halkın temsili kurumlar aracılığıyla yönetime katıldığı parlamento, sivil toplum örgütü gibi yapıların güçlendirilmesi, hukukun üstünlüğünün tam anlamıyla güvence altına alınması, şiddeti teşvik etmedikçe düşüncelerin ifade edilmesinin suç sayılmadığı bir sisteme işlerlik kazandırılabilmesinde yatıyor.
Doç. Dr. Çiğdem Nas, İKV Genel Sekreteri