İKTİSADİ KALKINMA VAKFI
E-Bülteni
İKTİSADİ KALKINMA VAKFI
E-Bülteni
16-30 HAZİRAN 2021

TÜRKİYE-AB GÜNDEMİ: Haziran Zirve Sonuçları Işığında Pozitif Gündemin Gidişatı: Dişliler Dönmeye Başladı mı?

Haziran Zirve Sonuçları Işığında Pozitif Gündemin Gidişatı: Dişliler Dönmeye Başladı mı?

Türkiye-AB hattında bir süredir pozitif gündem çerçevesinde ilişkileri onarma ve  canlandırma gayreti olduğunu gözlemliyoruz. İlk olarak AB Konseyi tarafından Ekim ayındaki Zirve toplantısında gündeme getirilen pozitif gündem daha sonra Aralık ve Mart Zirve toplantılarında geliştirildi. Mart ayındaki Zirve’ye sunulan AB Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi Borrell’in raporunda belirtildiği gibi, Türkiye’ye yönelik stratejinin aşamalı, orantılı ve geri döndürülebilir olduğu ifade edildi. Hatırlanacağı üzere, pozitif gündemin çıkışının temel nedeni olan Doğu Akdeniz’de AB üyesi Yunanistan, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ve diğer bazı Üye Devletlerin karşı çıktığı hidrokarbon aramalarının durdurulması ve 2020’de yaşanan gerilimlerin sona ermiş olması AB için pozitif gündem yönünde çalışmaların devam etmesi için yeterliydi. Ancak pozitif gündemin hemen sonuç vermesini beklemek de çok mantıklı değildi. Doğu Akdeniz’deki ılımlı ortamın devam etmesi ve belirli bir süre gelişmelerin izlenmesini yeğleyen Avrupa Birliği, süreci zamana yayarak daha temkinli ve aşamalı bir strateji izliyor. Türkiye’ye yaptırım uygulanması gündemde olmasa da, stratejinin aynı zamanda “geriye döndürülebilir” olarak nitelendirilmesi örtülü de olsa bir yaptırım uyarısını içinde barındırıyor. Pozitif gündemi, Türkiye ve AB arasında angajmanın gelişmesine bağlı olarak,  ileriye yönelik vaatler içeren, ancak gerilimin tekrar artması halinde negatife dönüşme olasılığını da barındıran bir süreç olarak görmek mümkün.

Pozitif gündem üzerinden 24 Haziran 2021 Konsey sonuçlarına geçmeden önce, Türkiye-AB ilişkilerine geçtiğimiz dönemde damga vuran Doğu Akdeniz meselesine kısaca değinelim. AB’nin Doğu Akdeniz’de gerilimi yumuşatmak veya provokatif eylemlerden kaçınmak olarak adlandırdığı durum Türkiye’nin Kıbrıs açıklarında ve Ege’de sismik araştırmalar yürütmesi için gönderdiği gemilerin geri çekilmesi ile ilgiliydi. Bu araştırmaları yürüten gemilerin limana çekilmesi ile gerilim önemli ölçüde azalmıştı. Ancak bu gerilimin altında yatan sorunlar ve görüş ayrılıkları çözülemedi. Ege’de karasularının belirlenmesi, kıta sahanlığı ve FIR hattı gibi konularda Yunanistan ve Türkiye farklı düşünmeye devam ediyor. TBMM’nin Yunanistan’ın karasularını 12 deniz miline çıkarılmasını savaş sebebi sayacağı açıklaması hala geçerliğini koruyor. Buna karşın Yunanistan BM Deniz Hukuku Sözleşmesi’ne atıfta bulunarak, bu hakkı uluslararası hukuktan aldığını ifade etmekte. Bu farklı pozisyonların uzlaştırılması yakın gelecekte mümkün gözükmese de, istikşafi/istişari görüşmeler yoluyla diyalog ve güven ortamının tesisi ile iki tarafın farklılıklar ile birlikte yaşaması mümkün olabilir.

Kıbrıs’a gelince, burada da AB’nin benimsediği pozisyon ve Türkiye’nin yaklaşımı büyük ölçüde birbiri ile çelişiyor. GKRY AB tarafından adanın tek meşru temsilcisi olarak tanınıyor. KKTC’nin egemen devlet olarak tanınması söz konusu değilken, Kıbrıs Türkleri’nin AB’deki meşru haklarının savunulması da mümkün olmuyor. Türkiye ve KKTC hükümeti son olarak Crans Montana’da BM himayesinde gerçekleşen görüşmelerin çözümsüz kalması ile birlikte, federasyonun çözüm olabileceği görüşünü terk ederek, iki devletli formülün adada barış ve güvenliği tesis edeceği görüşünü savunuyor.  Ancak AB, GKRY ve Yunanistan’ın görüşlerini yansıtır şekilde, Kıbrıs’ta iki bölgeli ve iki toplumlu federasyonu desteklemeye devam ediyor. Bu iki farklı pozisyonun uzlaştırılması da kolay gözükmüyor. Mevcut şartlar altında yapılabilecekler Doğu Akdeniz’deki statüko konusundaki farklılıkların bir “modus vivendi” çerçevesinde yönetilmesi ve gerilime izin verilmemesi. Ancak Kıbrıs sorununun Türkiye-AB ilişkilerinde yalnız müzakere sürecinde değil, gümrük birliği, vize serbestliği ve savunma işbirliği gibi alanlarda da engel oluşturduğu düşünülürse bu farklılıkların sessizce bastırılmasının da her zaman mümkün olamadığı görülebilir. İdeal olan Kıbrıs’ta kapsamlı bir çözüm ile birlikte bu sorunun Türkiye-AB ilişkilerinde engel oluşturması durumunu ortadan kaldırmak olacaktır. Burada 2004 yılında Annan Planı’nın Kıbrıslı Rumlar tarafından reddedilmesine rağmen tüm adayı temsilen AB üyesi olmaları ile ne kadar büyük bir fırsatın kaçtığını da hatırlamakta yarar var diyerek bir not düşelim.

Zirve’den Ne Çıktı? “plus ça change, plus c'est la même chose”*

Gelelim 24 Haziran 2021 AB Liderler Zirvesi sonuçlarına. İki gün süren Zirve toplantısının birinci gününde geç saatlerde sonuç bildirisi Konsey Sekretaryası tarafından paylaşıldı. Sonuç bildirisinde Türkiye başlığı Rusya ve Belarus gibi ülkeler ile ilgili bölümlerin de yer aldığı dış ilişkiler başlığı altında ele alındı. Müzakere sürecinin durma noktasında olması, Türkiye bölümünün genişleme bölümü altında ele alınmasına izin vermiyor. Bunun yanında, AB liderleri ve yetkililerin söylemleri incelendiğinde, Türkiye’nin aday ülke statüsüne atıfta bulunulmadığı, bunun yerine “bölgesel aktör”, “komşu ülke” gibi nitelendirmelerin tercih edildiği görülüyor. AB Bakanlar Konseyi 2018’de “Türkiye’nin AB’den uzaklaştığı ve bu nedenle müzakerelerde yeni fasılların açılmasının ve gümrük birliği güncellenme müzakerelerinin başlanmasının öngörülmediğini” belirttiğinde, Türkiye bir aday ülke olarak ele alınıyordu. Ancak 2019 ve sonrasında Türkiye’nin hidrokarbon arama faaliyetlerine başlaması ve Suriye ve Libya krizlerinde Türkiye’nin operasyon ve müdahalelerinin AB tarafından tehdit olarak ele alınması ilişkinin niteliğini önemli ölçüde değiştirdi. Türkiye AB için aday ülke olarak değil, farklı işlevleri ile ele alınmaya ve algılanmaya başlandı. Aday ülke Türkiye, oldukça çelişkili bir biçimde komşu ülke, stratejik ortak, bölgesel aktör, tehdit ve rakip ülke gibi farklı şekillerde tanımlandı. Müzakerelerin başlamasından bugüne kadarki gelişmeleri de dikkate alarak, Türkiye’nin AB nezdindeki konumunu belirleyen unsurları şu şekilde özetlemek mümkün:

-Suriyeli mülteci krizinde mültecileri AB sınırları ötesinde tutarak, düzensiz göçün önlenmesinde sınırdaş ülkelere başvuran AB için önemli bir işlevi yerine getiren ülke

-Çevresindeki çatışmalara müdahil olarak bölgesel aktör konumunu vurgulayan ve bunu AB’ye karşı bir güç unsuru olarak kullanan ülke

-Doğu Akdeniz’de Kıbrıs ve Ege’deki faaliyetleri ile AB üyesi devletlerin çıkarlarını tehdit eden ve sahip olduğu kapasite ile bu Üye Devletlere zor zamanlar yaşatabilen bir ülke.

-DİTİB gibi kuruluşlar aracılığı ile Avrupa’daki Türkiye kökenli nüfus ile iletişimini kimlik üzerinden kuran ve Avrupa İslam’ını etkileyen bir ülke

-Gümrük birliği ile AB değer zincirlerine bağlı olan ve üretim ve tedarik açısından coğrafi konumu ve Avrupa standartlarına uyumlu üretim tarzı ile önemli konumda bulunan ülke

-Avrupa Yeşil Mutabakatı kapsamında AB ile birlikte iklim hedeflerine kazanılması gereken ülke

-Adaylık çerçevesinden henüz resmen çıkarılmamış, ancak AB’nin farklı bir ortalık oluşturmaya çalıştığı ve bu geçiş sürecini yapıcı belirsizlik üzerinden kurgulamayı hedeflediği bir ülke

-Dünyada Rusya ve Çin ile güçlenen otoriter ülkeler eksenine yaklaşan ve Avrupa değerlerinden uzaklaşarak AB içinde bazı aktörler için de model oluşturması sebebiyle AB ortak değerleri için sınama oluşturan bir ülke

Aralık ayındaki Zirve toplantısında AB, Türkiye politikasını ABD’de iktidara gelen Biden yönetimi ile koordine edeceğini de açıklamıştı. Trump dönemi sonrasında ABD’nin küresel liderlik pozisyonuna geri dönme girişiminde ABD ile AB arasındaki bağların güçlendirilmesi ve demokrasi ve iklim değişikliği gündeminin yeniden inşa edilmesi de yer alıyor. Bu kapsamda Türkiye’nin Batı Bloku’ndaki konumunu onarma ve yeniden tanımlama meselesinin önem kazandığı görülüyor. AB liderleri haziran ayında peş peşe gelen G7 Zirvesi, NATO Zirvesi, Biden’ın Avrupalı liderler ve Putin ile görüşmeleri sonrasında, Türkiye ile ilişkileri Haziran AB Konseyi Zirvesi’nde değerlendirirken, Türkiye’nin dış politikadaki daha temkinli tavrından memnunlar. Ancak pozitif gündem kapsamında özellikle gümrük birliğinin güncellenmesi konusunda hızlı adım atmada ise isteksizler. Türkiye için üyelik müzakerelerinin yeniden başlaması gibi hedefler koyarak, içeride demokratikleşme ve reform sürecinde teşvik edici bir rol oynamaya talip değiller. Hukuk, demokrasi ve temel haklar konusuna değinilse de, siyasi kriterlerle ilgili bu konuların öncelik sırasında oldukça arkada yer aldığını söylemek mümkün. Türkiye’ye yönelik AB yaklaşımı mülteciler ve düzensiz göçün önlenmesinde işbirliği başta olmak üzere işlevsel ve pragmatik bir tavrı yansıtıyor. Değerlere verilen önem geriden gelse de, aslında çıkarlar ve değerlerin birbirinden bağımsız kategoriler gibi ele alınmasının da mümkün olmadığı ve etkin bir işbirliği için dahi temel düzeyde değerlerde yakınsamanın gerekli olduğunu not etmekte fayda var.

Zirve Sonuçları: Ocak Yandı, Yemek Pişiyor Ancak Servis İçin Biraz Daha Beklenecek

Dışişleri Bakanlığının kamuoyu açıklamasında da ifade edildiği gibi Türkiye’nin beklentilerinin karşılanmadığı bir Zirve gerçekleşti. Aslında AB içinde Türkiye’ye daha sert yaklaşılması, adaylık sürecinin durdurulması ve demokrasi, hukuk ve temel hak ve özgürlükler konularında daha eleştirel olunmasını isteyen hükümetlerin ve AP gibi kurumların da beklentilerini karşılayan bir Zirve olmadı. Zirve sonuçlarına “bardağın yarısı dolu” veya “bardağın yarısı boş” diyerek iki farklı açıdan bakmak mümkün. Geçtiğimiz yıl Türkiye’nin Yunanistan ile navtex’ler üzerinden yaşadığı gerilim, Libya’ya giden Türk şirketine ait geminin AB misyonu tarafından aranması ve Fransız fırkateyni ile yaşanan olaylar anımsandığında şu anda gelinen noktaya daha farklı bir gözle bakılabilir. Öte yandan,  pozitif gündemin 2020 Ekim ayındaki Zirve’de ortaya atıldığını, o günden bugüne yapılan Zirve toplantılarında daha somut adımların hep bir sonraki Zirve’ye ertelendiğini ve bu Zirve’den de kapsamlı bir sonuç çıkmadığını düşününce biraz daha sabırsız olma hakkımız da var. Ancak Türkiye-AB ilişkilerinin tarihine baktığımızda hep sabır, hazırlık ve kararlılık gerektiren bir süreç olduğunu çok iyi biliyoruz. O yüzden mucizeler beklemeden, karşımızda zaman zaman karar almada zorlanan 27 birbirinden farklı Üye Devlet ve uluslarüstü bir bürokratik yapının olduğunu bilerek beklentilerimizi oluşturmamız gerekiyor.

Şimdi Zirve sonuçlarının başlıklar altında analizine geçelim. Türkiye ile ilgili bölümde değinilen konu başlıklarını, yine Zirve sonuçlarındaki sıraya göre, şu şekilde belirtmek mümkün: Doğu Akdeniz’deki durum, AB ve Türkiye arasında yakınlaşma, Gümrük Birliği’nin modernizasyonu, yüksek düzeyli diyaloglar, Suriyeli mülteciler için finansman, Kıbrıs sorununun kapsamlı çözümü, hukukun üstünlüğü ve temel haklar, bölgesel barış ve istikrar.

Doğu Akdeniz’deki Durum: En 'Stratejik' Bölüm

Zirve sonuçlarının 14. Maddesi’nde AB Konseyi Doğu Akdeniz’deki durumu ve Türkiye ile ilişkileri görüşmüş ve bu bölgede istikrarlı ve güvenli bir ortamın oluşmasının ve Türkiye ile işbirliğine ve karşılıklı faydaya dayalı bir ilişkinin AB’nin stratejik çıkarına uygun olduğu hatırlanmış. Bu bağlamda AB Konseyi Doğu Akdeniz’deki gerilimin yatışmasını memnuniyetle karşılarken, bu durumun devam etmesi gereği de vurgulanıyor. Bölümün Doğu Akdeniz ile başlaması, AB’nin Türkiye’yi bu bölge bağlamında değerlendirdiğini ve bu bölgede daha önce AB tarafından kışkırtıcı ve uluslararası hukuka aykırı olarak nitelendirilen eylemlerin durdurulmasının ilişkilerin geliştirilmesi için ön koşul olmaya devam ettiğini ortaya koyuyor.  Bu Madde’ye Türkiye ile ilgili sonuçların en “stratejik” bölümü diyebiliriz.

AB ve Türkiye Arasında Yakınlaşma: En 'Koşullu' Bölüm

15 sayılı Madde’de AB Konseyi Mart Zirve toplantısında da belirtilen Türkiye ile yakınlaşmanın koşullarını tekrarlıyor. AB’nin Türkiye ile aşamalı, orantılı ve geriye döndürülebilir bir şekilde ortak ilgi alanlarında işbirliğini geliştirmeye hazır olduğu hatırlatılıyor. AB’nin yeni Türkiye stratejisinin daha önceki AB Zirve sonuçlarında belirtilen koşullara tabi olacağı da vurgulanıyor. Bu koşulların Doğu Akdeniz’de gerilimi artırmamak ve demokrasi ve temel haklarla ilgili koşullar olduğu görülüyor. Türkiye’ye yaklaşımın aşamalı, orantılı ve geriye döndürülebilir olması aslında 3 kelime ile geçilse de oldukça önemli ve derinleştirmeye uygun nitelendirmeler. Aşamalı olması, pozitif gündem adı altında toplanan önlemlerin hemen ve tümüyle uygulanmayacağını ve ilişkilerdeki gelişmelere koşut olarak adım adım uygulamaya koyulacağını belirtiyor. Orantılı olması, AB’nin Türkiye’ye uzatacağı elin, Türkiye’nin elini ne kadar uzattığına bağlı olacağını gösteriyor. Yani siz bana ne kadar yaklaşırsanız ben de ona karşılık vereceğim demek istiyor ki bu da AB’nin genişleme ve komşuluk politikalarında da benimsediği yaklaşım ile benzerlik gösteriyor. Son olarak ise bu yakınlaşmanın geriye döndürülebilir olması Doğu Akdeniz’deki durumun yeniden tırmanması halinde AB’nin yaptırım kartını tekrar gündeme getirebileceğini ortaya koyuyor. Bu yaptırımların neler olabileceği AB Dış İlişkiler ve Güvenlik Yüksek Temsilcisi Josep Borrell tarafından mart ayındaki Zirveye sunulan raporda yer alıyordu. Bu maddeye Türkiye ile ilgili sonuçların en “koşullu” bölümü diyebiliriz.

Gümrük Birliği’nin Modernizasyonu: En 'Muğlak' Bölüm

Türkiye’nin üyelik müzakerelerine değinmeyen pozitif gündemin en kapsamlı unsurunu oluşturan Gümrük Birliği’nin modernizasyonu Zirve sonuçlarının 16 sayılı Maddesi’nde yer alıyor. Gümrük Birliği’nin güncellenmesi ve modernize edilmesi ilişkilerde 1996’dan beri yürürlükte olan Gümrük Birliği’nin ele alınmasını, sorunların düzeltilmesini, daha iyi işlemesini ve kapsamının sanayi ürünlerinin yanı sıra tarım, hizmetler ve kamu alımları gibi yeni alanları içine alacak şekilde genişletilmesini öngörüyor. Bu açıdan tam üyelik perspektifinin yerini alamasa da ilişkilerin en kapsamlı boyutlarından ekonomi ve ticareti ilgilendirdiği için pozitif gündemin en önemli bölümü diyebiliriz. Bu maddenin Zirve sonuçlarındaki formülasyonu oldukça zor anlaşılır ve çifte anlamlarla dolu. Anlaşılması en kolay olan nokta ise şu: Gümrük Birliği’nin modernizasyonu için resmi müzakerelere hemen başlanmayacak. Peki ne zaman başlanacak? Orası biraz muğlak. İfadeye baktığımızda, AB Konseyi Mart Zirvesi’nde de öngördüğü gibi paralel işlemesi beklenen iki süreçten söz ediyor. AB-Türkiye Gümrük Birliği’nin modernizasyonuna yönelik bir yetkilendirme için teknik düzeyde çalışmaların başladığı kaydedilirken, Gümrük Birliği’nin işleyişindeki mevcut zorlukların ele alınması gereği anımsatılıyor ve tüm Üye Devletlere etkin bir şekilde uygulanmasının sağlanması isteniyor. Mart ayındaki Zirve toplantısında da Gümrük Birliği’nde mevcut zorlukların çözümlenmesi ve tüm Üye Devletlere etkin bir şekilde uygulanması için çalışmaların, Bakanlar Konseyi’nin Gümrük Birliği’nin modernizasyonu müzakerelerinin başlatılması için Komisyonu yetkilendirmesi ile birlikte yürütülmesi öngörülmüştü. Bu doğrultuda AB Konseyi’nin beklentisinin özellikle Gümrük Birliği’ndeki mevcut sorunların giderilmesi için daha fazla çalışma yapılması ve mesafe kat edilmesi ve bu süreç zarfında Türkiye’nin dış politikada ve özellikle Doğu Akdeniz’deki tavrının izlenmesi olarak şekillendiğini görüyoruz. Gümrük Birliği modernizasyon müzakerelerinin GKRY’den gelen gemilere limanların açılması şartına bağlanıp bağlanmayacağı tam net değil. Bu şart Bakanlar Konseyi’nin 2006 yılında Türkiye’nin AB müzakerelerinde Gümrük Birliği ile ilgili 8 faslın açılmaması ve hiçbir faslın geçici olarak kapatılmaması kararına yol açmıştı. AB Konseyi’nin şimdi de Gümrük Birliği’nin modernizasyonu için bu şartı gündeme getirmesi ise işi yokuşa sürmek olarak tanımlanabilir. Ancak özellikle teknik sürecin olumlu ilerlemesi halinde müzakerelerin hemen olmasa da orta vadede başlatılması mümkün olabilecek gibi gözüküyor.  Bu maddeye Türkiye ile ilgili sonuçların en “tartışmalı” bölümü diyebiliriz.

Yüksek Düzeyli Diyaloglar: En ‘Elit’ Bölüm

Zirve sonuçlarının 17 sayılı Maddesi’nde yer alan bölümde Türkiye ile 2019’da durdurulan yüksek düzeyli diyalogların yeniden başlatılmasından söz ediliyor ve bu konuda hazırlık çalışmalarının devam ettiği belirtiliyor. Konular ise daha önceki Zirve’de de belirtildiği gibi Türkiye ve AB arasında ortak ilgi alanı oluşturan, göç, halk sağlığı, iklim, terörizmle mücadele ve bölgesel konular olarak ifade edilmiş. Türkiye’den ilgili Bakanları ve Avrupa Komisyonunun ilgili üyelerini bir araya getiren yüksek düzeyli diyalogların üzerinde çok durulmasa da aslında önemli mekanizmalar olduğunu söylemek mümkün. Bu toplantıların oldukça kapsamlı bir hazırlık süreci oluyor ve bu süreçte Türkiye ve AB’den bürokrat ve uzmanların birlikte çalışması mümkün olabiliyor. Ayrıca üst düzey karar alıcıların birbirlerini tanımaları ve güncel konularda görüş alış verişinde bulunmalarına da zemin hazırlamış oluyor. 2019 öncesinde yapılan Ekonomik Yüksek Düzeyli Diyalog toplantılarına iş dünyası kuruluşlarının temsilcileri de katılıyordu ve onlarla birlikte ayrı bir sivil toplum oturumu düzenleniyordu. Bu toplantılara İktisadi Kalkınma Vakfı adına Başkanımız Ayhan Zeytinoğlu ile birlikte katıldığımızda gördüm ki ilgili Bakan ve Komisyon temsilcilerinin görüşmelerine ve hem birbirleriyle, hem de sosyoekonomik aktörlerle etkileşimlerine uygun bir platform oluşturuyor ve karşılıklı cep telefonları da alınarak daha samimi ve doğrudan bir iletişim sağlanabiliyor. Şimdi siyasi ve ekonomik diyaloglara iklim ve halk sağlığı gibi kritik önemdeki güncel konuların da eklenmesi doğru yönde atılmış bir adım olarak nitelendirilebilir. Bu maddeyi, Zirve sonuçların en ‘elit’ bölümü olarak nitelendiriyoruz.

Suriyeli Mülteciler İçin Finansman: En 'Mali' Bölüm

Zirve sonuçlarının 18 sayılı Maddesi’nde Komisyona, Suriyeli mülteciler ve ev sahibi topluluklar için finansmanın devamına yönelik resmi önerilerini gecikmeksizin sunması çağrısında bulunuluyor. Finansman sadece Türkiye’de değil, Ürdün, Lübnan ve bölgedeki tüm Suriyeli mültecilere yönelik olacak. Bu kapsamda 3 milyar avroluk ek finansmanın sağlanmasında anlaşmaya varıldığı anlaşılıyor. Mülteci işbirliği konusu Zirve sonuçlarının en net ifade edilen bölümü olsa da, kapsamlı bir işbirliği öngörüldüğünü söylemek ve 18 Mart AB-Türkiye Bildirisi /Mülteci Mutabakatı’nın bir devamı olarak nitelendirmek mümkün değil. Çünkü 18 Mart Mutabakatı sadece finansman boyutunun ötesinde müzakere sürecinde yeni fasıllar açılması, vize serbestliğinin sağlanması, Gümrük Birliği’nin güncellenmesi gibi farklı hedefler de içeriyor ve Türkiye-AB ilişkisinin tümüne yönelik ifadeleri kapsıyordu. Bu Zirve’de söylenen ise AB’nin Türkiye, Lübnan ve Ürdün’deki Suriyeli mültecilere yönelik mali yardımını devam ettirmesi ile sınırlı kalıyor. Göç ve mülteci konusunda daha kapsamlı ve daha derin bir işbirliğinden dahi söz edilmiyor.

Kıbrıs Sorununun Kapsamlı Çözümü: En ‘Tartışmalı’ Bölüm

Zirve sonuçlarının 19 sayılı Maddesi’nde Türkiye konusu her açıldığında gündemde olan Kıbrıs sorununa AB’nin yaklaşımı yer alıyor. AB burada GKRY ve Yunanistan’ın tezlerini desteklerken, yaklaşımını BM Güvenlik Konseyi kararlarına dayandırıyor. Türkiye’nin Kıbrıs tezleri sadece AB nezdinde değil, küresel bir kolektif güvenlik örgütü olan BM’nin Güvenlik Konseyi nezdinde de kabul görmüyor. İlgili BM Güvenlik Konseyi kararları KKTC’nin varlığını meşru olarak değerlendirmiyor ve bu bölgeyi işgal altında olarak değerlendiriyor. AB’nin yaklaşımı da BM Güvenlik Konseyi’nin yaklaşımını yansıtıyor. Ancak burada AB’nin Annan Planı ile adaya kapsamlı bir çözüm getirme fırsatını da kullanmadığını ve Türkiye ile ilişkilerini Kıbrıs meselesine mahkûm ederek en hafif tabirle basiretsiz davrandığını söylemekte fayda var. Zirve sonuçlarında, liderler Kıbrıs sorununun siyasi eşitliğe ve ilgili BM Güvenlik Konseyi sonuçlarına dayanan, iki toplumlu ve iki bölgeli federasyon temelinde kapsamlı çözümüne tümüyle bağlı olmaya devam ettiklerini belirtiyor. Bunun Nisan 2021’de Cenevre’de yapılan görüşmelerin resmi müzakerelerin başlamasına yol açmamasından duyulan üzüntü de belirtiliyor ve AB’nin süreci desteklemekte aktif bir rol oynamaya devam edeceği vurgulanıyor. Daha önce AB Cenevre görüşmelerinde bulunmayı talep ettiğinde, Türkiye AB’nin taraf olduğunu belirterek bu teklifi kabul etmemişti. Konuya tarafsız bir arabulucu konumunda yaklaşması mümkün olmayan AB’nin aktif rolünü nasıl yapıcı hale getirebileceği ise meçhul.

Hukukun Üstünlüğü ve Temel Haklar: En 'İlkeli' Bölüm

Aslında Türkiye ‘dış ilişkiler’ bölümünde değil de adaylık statüsü kapsamında ele alınsa en başta yer alması gereken bu bölüm 20 sayılı Madde’de, yani alt başlığın sondan iki önceki maddesinde kendisine yer bulmuş. Burada Türkiye’deki hukukun üstünlüğü ve temel hakların temel bir endişe kaynağı olmaya devam ettiği belirtiliyor. Siyasi partilerin, insan hakları savunucularının ve medya temsilcilerinin hedef alınmasının insan hakları açısından başlıca aksaklıkları oluşturduğu ve Türkiye’nin demokrasi, hukukun üstünlüğü ve kadın haklarına saygı gösterme yükümlülüklerine aykırı olduğu ifade ediliyor. Bu konularda diyaloğun AB-Türkiye ilişkisinin ayrılmaz bir parçasını oluşturduğu vurgulanıyor. AB’nin aday ülkeler için öngördüğü Kopenhag kriterlerinin bir parçasını oluşturan bu konularda Türkiye’nin uyum yükümlülüğünün adaylık statüsünden kaynaklandığının belirtilmemesi ise, AB’nin Türkiye ile ilişkilerini adaylıktan farklı bir rotaya sokma niyetinin bir göstergesi olarak yorumlanabilir.

Bölgesel Barış ve İstikrar: En ‘İyi Niyetli’ Bölüm

Bölümün sonunda yer alan 21 ve 22 sayılı Maddelerde ise bölgesel barış ve güvenlik vurgusuna yer veriliyor. AB ve Türkiye’nin bölgesel barış ve istikrar için paylaştığı çıkarlar doğrultusunda Türkiye ve tüm aktörlerin bölgesel krizlerin çözümüne olumlu katkı yapması beklentisine yer veriliyor. Bu da bir iyi niyet gösterisi olmaktan öteye ne yazık ki gidemiyor. Türkiye dışındaki aktörlerin bölgesel krizlerin çözümüne değil de krizlerin çıkmasına yaptıkları katkılar ortada. AB ise çevresindeki bölgelerdeki krizlerin çözümünde etkin bir rol oynayamıyor. Suriye’de, Libya’da, Gürcistan’da, Ukrayna’da, Belarus’da ve Dağlık Karabağ’da görüldüğü gibi yaptırımlar yeterli olamıyor; AB Üye Devletleri arasındaki farklılıklar ve ulusal maddi ve stratejik çıkarların öncelenmesi AB’nin etkili bir şekilde müdahil olmasını engelliyor. AB ve Türkiye’nin samimi, hızlı ve etkin bir işbirliği mümkün olabilse bölgesel sorunların çözümünde de fark yaratılabilir.

Son Söz…

Özetle, Zirve sonuçları pozitif gündem yolculuğunun yavaş yavaş başladığını ancak hemen çığır açıcı gelişmeler beklemenin doğru olmayacağını gösteriyor. Önümüzde daha uzun bir yol var. Geçtiğimiz yılların tahribatını gidermek, ilişkileri güncel koşullara uydurmak ancak güven ve işbirliği ruhunun onarılması ile mümkün olur. Bu da kuşkusuz zaman ve emek gerektiren bir süreçtir. Ancak pozitif gündem ile AB’nin hedef küçülttüğünü de unutmamak gerekiyor. Artık söz konusu olan 2000’li yılların başında olduğu gibi üyelik değil, adı koyulmamış bir ortaklık. Eğer bu fiili duruma itiraz ediyorsak, “AB adayıyız” diyorsak ve AB’nin bundan söz etmemesine içerliyorsak o zaman gereğini yapalım. AB adayı bir ülke gibi davranarak siyasi ve ekonomik reformlara hız verelim. Yeni rejimin işlemeyen yönlerini masaya yatıralım, ifade özgürlüğü ve yargı bağımsızlığını sağlayalım, İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmeyelim, Paris İklim Anlaşması’nı onaylayalım, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin kararlarını uygulayalım, Avrupa Konseyi Parlamenter Asamblesinin siyasi izleme sürecinden çıkacak adımları zaman kaybetmeden atalım, ekonomide şeffaflık ve hesap verebilirliği güçlendiren bir ekonomik yönetişim modelini benimseyelim.

*İngilizceye de geçmiş olan Fransızca bir ifade. Her şey hızla değiştikçe, aslında her şeyin aynı kaldığını belirtir. Fransız romancı Jean-Baptiste Alphonse Karr’dan alınmıştır.

Doç. Dr. Çiğdem Nas, İKV Genel Sekreteri