İKTİSADİ KALKINMA VAKFI
E-Bülteni
İKTİSADİ KALKINMA VAKFI
E-Bülteni
16-31 EKİM 2021

AB GÜNDEMİ: Merkel Sonrası Avrupa Manzarası: Çalkantılar ve Denge Arayışları

Merkel Sonrası Avrupa Manzarası: Çalkantılar ve Denge Arayışları

Federal Almanya’nın 16 yıllık Şansölyesi Angela Merkel, sadece Almanya için değil, tüm dünya ve AB için önemli ve saygın bir liderdi. Defalarca dünyanın en güçlü kadını olarak seçilen Merkel, Almanya’nın ılımlı ve soğukkanlı siyaset sahnesinin ve krizlerden geçen AB’nin sembol ismi oldu. Merkel döneminden aklımızda kalan sahneler arasında, sıradan bir insan gibi evinin market alışverişini kendisinin yapması, G7 Zirvesi sırasında, sandalyede oturan ABD Başkanı Trump karşısında masaya dayanarak kafa tutar görünümdeki pozu, parti üyeleri ile sahnede bir kutlamada iken, bir üyenin elinde salladığı bayrağı alarak indirmesi ve bu tür sembollerin siyasileşmesine karşı aldığı tutum ve Alman Parlamentosunda, yanındaki milletvekili ile konuştuğu için Başkan tarafından en arka sıraya gönderilmesine herhangi bir tepki göstermeden uyması gibi olaylar geliyor. Merkel halka doğruları sakin ve ikna edici bir üslup ile anlatan, seçmen ile güvene dayalı bir ilişki kurmayı başarmış, siyasi gücün getirebileceği yozlaşmaya karşı mütevazı duruşunu hiç bozmamış ve birçok kriz yaşamasına rağmen, sükûnetini korumuş bir lider olarak tarihte yerini aldı.

Schememann’ın 25.09.2021 tarihli New York Times makalesinde söylediği gibi Merkel karizması ile öne çıkan bir lider olmadı. Başlangıçta hafife alınsa da, hafife alınması Merkel’in süper gücü oldu. Arkasına Avrupa ekonomisinin lokomotifi olan ve COVID-19 öncesi 2019’da AB GSYH’sinin % 25’ini sağlayan Alman ekonomisini de alan Merkel kararlı duruşu, sabırlı ve sağduyulu yaklaşımı, bilime dayalı ve sakin söylemi ile kendi ülkesinin önceliklerini ihmal etmeden, AB’nin bütünlüğünü de sağlamayı başardı. Merkel’in iktidarda olduğu 16 yıl içinde AB Anayasal kriz, mali kriz, mülteci krizi, Gürcistan, Ukrayna ve Kırım krizleri, transatlantik ilişkilerde kriz, Brexit ve COVID-19 krizi gibi farklı alanlarda çoklu krizlerden geçti.

Merkel’in Almanya’sı tüm bu krizlerde kilit rol oynarken, zaman zaman eleştirildi. Özellikle 2008-2010 mali krizinden olumsuz etkilenen Yunanistan’a kemer sıkma politikalarını empoze ettiği ve AB’nin ortak borçlanmasına karşı çıktığı, Rusya’nın yayılmacı politikalarına rağmen, Kuzey Akım II doğalgaz boru hattı gibi bir projeyi devam ettirmekte ısrar ettiği, Orta Avrupa’da güçlenen popülist liderlere karşı tavizkar davrandığı, Avrupa’nın kendi savunması için daha fazla sorumluluk üstlenmesi konusunda ayak dirediği gibi eleştirilere maruz kaldı. 2015-16 Suriye mülteci krizi sırasında, açık kapı politikası uygulayarak yaklaşık 1 milyon mülteciyi kabul etmesi hem kendi partisinden hem de Alman aşırı sağı tarafından suçlanmasına neden oldu.

Aynı zamanda mülteci akınını durdurmak için Türkiye ile mutabakatın mimarı olması da mülteci hakları açısından sorunlu bulunurken, bunun yanında demokrasi ve insan hakları karnesi eleştirilen Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan’a karşı taviz vermek şeklinde yorumlandı. Ancak Merkel her zaman kendi ülkesi için doğru bildiğini yaptı. AB üyesi devletlerde, siyasetçilerin en önemli niteliklerinden biri iç siyasetteki denge ve kısıtlar ile AB siyasetinin gerekleri arasında bir denge bulmak ve zaman zaman ayrışan ve çatışan bu öncelikleri ortak zeminde buluşturmaktır. Merkel zor da olsa iç siyasetin öncelikleri ve Avrupa siyasetinin gereklerini dengelemeyi başardı ve 1990’da Almanya’nın birleşmesi sırasında, siyasete başlamasında etkisi olan Şansölye Helmut Kohl’ün “Bütünleşmiş Avrupa içinde Birleşik Almanya” mottosunu devam ettirmiş oldu.

Merkel Sonrası Almanya ve AB’yi Neler Bekliyor?

Merkel halk arasında popülaritesi hala yüksek iken kendi isteği ile siyasetten çekilme kararı alarak, siyaseti bir türlü bırakmak istemeyen birçok siyasetçiye de örnek oldu. Merkel sonrası Hıristiyan Demokrat Parti CDU’yu yönetmesi için seçilen Armin Laschet, Merkel’in pabuçlarını dolduramadı ve CDU 26 Eylül 2021’de yapılan federal seçimlerde bir önceki seçimlere göre % 8,8 oranında oy kaybı sonucu oyların % 24,1’ini alarak, Sosyal Demokrat Parti (SPD)’nin gerisinde kaldı. Seçim sonuçları mutlaka bir koalisyon hükümetinin kurulmasını gerektiriyor ve olası koalisyon senaryoları arasında SPD, Hür Demokratlar FDP ve Yeşillerin oluşturacağı trafik ışığı koalisyonu en muhtemel olan hükümet formülü olarak öne çıkıyor. 15 Ekim 2021 tarihinde yapılan açıklamaya göre, seçimlerden sonra aralarında istikşafi görüşmeleri başlatan üç parti resmen koalisyon görüşmeleri aşamasına geçme kararı aldılar. 12 sayfalık bir doküman yayınlayan olası koalisyon ortakları, oluşturmayı hedefledikleri hükümeti “ilerici bir koalisyon” olarak tanımladılar. Koalisyon görüşmelerinin başarıya ulaşması halinde Merkel’in yerine SPD lideri ve önceki hükümette maliye bakanı olan Olaf Scholz’un Şansölye olması bekleniyor.

Partilerin üzerinde uzlaştıkları konular arasında, asgari ücretin artırılması, kömür santrallerinin durdurulma tarihinin 2030’a alınması, gelir ve kurumlar vergisinin artırılmaması, iklim ve dijitalleşme konularında cesur adımlar atılması gibi hedefler bulunuyor. Merkel Hükümeti’nde görev yapan ve ılımlı ve kapsayıcı yaklaşımı ile siyasi üslubu ve tarzı Merkel’e en fazla benzeyen lider olarak öne çıkan Scholz’un diğer koalisyon ortaklarının öncelikleri arasında denge bulma ve uzlaşı sağlamada oldukça zorlanacağı görülüyor. Sosyal Demokrat bir şansölye ile iş dünyasına yakın ve mali disiplini savunan Hür Demokratlar ve iklim konusunu önceleyen Yeşillerin oluşturacağı bir hükümetin değişim gündemini ön plana alması bekleniyor.

Özellikle AB’de de gündem oluşturan ve ikiz dönüşümler olarak adlandırılan iklim ve dijital dönüşüm konusunda yeni hükümetin daha iddialı ve kapsamlı adımlar atması gerekiyor. Merkel tüm Avrupa’yı ve Almanya’yı da sarsan çoklu krizlerden ülkesini ve AB’yi sağ salim geçiren bir kaptan olsa da, dijitalleşmede gerekli adımları atmada geri kaldığı ve bu işin yeni kurulacak hükümete düşeceği görülüyor. Her durumda, Merkel’in sağladığı devamlılık ve istikrarın yeniden inşa edilmesinin oldukça zor olacağını ve hem Almanya, hem de Avrupa’nın, iç meselelerle daha fazla meşgul olan ve kendi ülkesi dışında da arabulucu, müzakereci ve dengeleyici işlevini yerine getirmeyi Merkel dönemindeki kadar öncelemeyen bir Alman hükümeti ile karşı karşıya kalacağını tahmin edebiliriz.

Merkel Sonrası Avrupa Dengeleri ve Meydan Okumalar

AB içinde temel bir figür olan, devamlılık ve istikrar timsali Merkel belki de zamanımızın son Avrupalı lideriydi. Her ne kadar “Merkel ne yaptıysa Almanya için yaptı, Avrupa’yı düşünmedi” şeklinde görüş bildirenler olsa da, Merkel için Almanya’nın iyiliği birleşik bir Avrupa’nın devamında yatıyordu. Merkel’in Yunanistan’a karşı kemer sıkma politikalarını desteklemesi ve borçların AB tarafından üstlenilmesine karşı çıkması Alman ekonomisini ve anayasasında yer alan borç freni mekanizmasını düşünmesinden kaynaklandığı kadar, AB’nin ekonomik ve parasal birliğini koruma refleksinden de kaynaklanıyordu. Trump’ın transatlantik ittifakını zora sokan yaklaşımı karşısında, Avrupa’nın çıkarlarının ABD ile örtüşmediğini ve Avrupa’nın kendi dış ve güvenlik politikaları için sorumluluk üstlenmesi gerektiğini söyleyen de yine Merkel’di. Mülteci krizi sırasında, AB’nin ortak bir yaklaşım sergileyememesi karşısında, Türkiye ile mutabakatın başını çeken de O’ydu. COVID-19 krizinin olumsuz etkilerinden çıkabilmek için kurtarma paketi oluşturarak AB’nin Üye Devletler adına ortak borçlanmasının önünü açan da Macron ile birlikte Merkel’di. Yukarıda da ifade edildiği gibi, Merkel kendi ülkesinin iyiliği için çalışırken, bu ulusal öncelikleri AB’nin çıkarları ve öncelikleri ile de örtüştürmeyi çoğu zaman başarmıştı. Oysa Viktor Orban ve Jaroslaw Kaczynski gibi popülist liderleri bir tarafa bırakırsak, Emmanuel Macron veya Mark Rutte gibi Avrupacı gözüken liderler dahi ulusal öncelikleri ve Avrupa öncelikleri arasındaki dengeyi gözetme ve korumakta geri kalabiliyorlar ve Avrupa için öngördükleri çoğu zaman ulusal lenslerin belirlediği yönde oluyor.

Merkel sonrası Olaf Scholz’un şansölye olması, Scholz’un COVID-19 sonrası AB ekonomilerini desteklemek için ortaya koyulan “Yeni Nesil Avrupa” programının oluşturulmasında etkili olması Avrupa yönelimli siyaset uygulaması açısından iyi haber olarak görülebilir. Ancak olası üçlü koalisyonun diğer üyeleri kendi önceliklerini gerçekleştirmek ve bir sonraki seçimleri düşünerek, seçmenlerinin beklentilerini karşılamak için daha dar ve partizan politikalar uygulayabilir. Hür demokratlar iş dünyasının yararını öncelerken, Yeşillerin iklim ajandası zaman zaman iş dünyasını zorlayabilir. SPD ise COVID-19 sonrası sosyal devleti yeniden güçlendirmeye çalışırken ekonomik kısıtlar ve yukarıda söz ettiğimiz dönüşümlerin maliyeti ile karşı karşıya kalabilir.

Bazı iç çekişmelerin koalisyon hükümetinin hızlı ve etkin hareket etmesinde engel oluşturabileceği beklentisinin yanında, güçlü bir Almanya’nın ancak güçlü bir Avrupa içinde sağlanabileceği, ABD ve Çin rekabeti karşısında Avrupa entegrasyonunun devamı ihtiyacı da yapılacak analizlere temel oluşturmalı. Tıpkı Merkel döneminde olduğu gibi yeni koalisyonun AB entegrasyon sürecini desteklemekte çıkarı olacağını teslim etmekle birlikte, uyumlu bir koalisyon oluşturmakta yaşanacak zorlukların en azından bir süre ayak bağı olabileceği de beklenebilir.

Bu yeni dönemde AB dengelerini sarsma potansiyeli olan en önemli konuların çözümlenmesinde Almanya’da yeni hükümetin öncelikli politikaları, AB içindeki ortaklara yaklaşımı ve denge kurmaktaki isteği ve yeteneği belirleyici olacak. Bu konular arasında şunları sayabiliriz:

- COVID-19 sonrası ekonomik iyileşme: Burada COVID-19 sonrası normalleşmede Avrupa ekonomisinin toparlanması, enerji, konteynır ve çip krizlerinin aşılması ve tekrar büyüme ve ticaretin yükselişe geçmesi süreçleri belirleyici olacak. Son yıllarda küreselleşmenin giderek daha fazla sorgulanması ve milliyetçi içe kapanma ve korumacılığın ön plana çıkması karşısında, AB’nin de bu trende rağmen adil ve düzenli bir küreselleşmeyi destekleyip desteklemeyeceği ve olumlu dönüşümü tetikleyen bir aktör olup olamayacağı önem kazanıyor. Bölgeselleşmenin ön plana çıktığı ve ABD ve Çin arasındaki ayrışmanın jeoekonomik gelişmeleri belirlediği bu dönemde, Brexit sonrası AB’nin kendi pazarını koruması ve dijital ve yeşil dönüşümlere liderlik yapması küresel güçlerin rekabeti arasında sıkışmasını önleyecek. Bu yeni dönemde Merkel sonrası Almanya’nın güçlü bir ortak Avrupa vizyonu sunması ve bunun gerçekleşmesi için gerekirse fedakarlık da yaparak, daha zayıf durumdaki Üye Devletler’e destek olması gerekecek.

-Dijital ve yeşil dönüşümün hızlanması: Bu yeni dönemde AB’nin 2019’un sonunda benimsediği ve bugüne kadar temel stratejilerini oluşturduğu Avrupa Yeşil Mutabakatı ve AB dijital pazarına hazırlık süreçlerinin hızlanması AB’nin küresel liderlik iddiası açısından önem taşıyor. Bu dönüşümler AB’nin rakipleri karşısında avantajlı konuma geçmesini sağlayacak. Ancak bunun yanında, dönüşüm baskısının yaratacağı stres ise, AB içi gerilimlerin artmasına yol açabilir. Özellikle Avrupa ekonomisi kabuk değiştirirken, bu dönüşüme uyum sağlamakta finansal, idari ve teknik olarak zorlanabilecek bazı üyeülkelerin olması ve ikiz dönüşümlere uyum sağlamakta daha hazır ve kapasiteli olan bazı üye ülkelerin diğerleri tarafından hızlarının kesildiği yönündeki sabırsızlıkları AB içindeki ayrışmayı hızlandırabilir. Bu meydan okuma ile ilgili olarak Almanya’nın üstleneceği rol ve yeni kurulacak hükümetin tıpkı bir stereo sistemdeki farklı frekansları alçaltıp yükselterek dengeleyen ekolayzır rolünü oynayıp oynamayacağı önem kazanacak.

-Brexit sonrasında Fransa-Almanya öncülüğünün pekiştirilmesi: Avrupa entegrasyonunun her ileriye yönelik aşamasında bu iki ülkenin öncelikle aralarında uzlaşı sağlayarak ortak hedefler etrafından birleşmesi etkili olmuştur. Şansölye Merkel iktidara geldikten sonra Fransa’da Cumhurbaşkanı olan Nicholas Sarkozy, François Hollande ve Emmanuel Macron ile her konuda olmasa da genel olarak bir ikili cephe oluşturmayı başarmıştı. Ancak özellikle Macron’un AB içinde entegrasyonu ileriye taşıyacak bir kademeli entegrasyonu fikrini savunması, Avrupa’nın ortak savunmasını güçlendirmesi gibi konularda daha ısrarcı olmasına rağmen, Almanya’nın çekimserliği bu süreçlerde mesafe alınmasını geciktirmişti. Özellikle ABD’de Donald Trump döneminin öğrettiği dersler ve ABD’nin Pasifik havzasına yönelmesi AB savunmasının güçlendirilmesi ihtiyacını daha da ön plana çıkardı. Almanya’da yeni hükümetin 2021 sonuna kadar kurulacağını varsayarsak, bu yeni hükümetin Fransa ile ilişkisini oluştururken, nisanda yapılacak seçim sonuçlarını beklemesi gerekiyor. Bu seçimlerde Macron’un işi yine zor gözüküyor. Özellikle aşırı sağ adayların varlığı Macron’u zorlayacak. Almanya ve Fransa arasındaki bu ortaklığın yeniden tesisinde seçim sonuçlarının önemi büyük olacak. Özellikle bir aşırı sağ galibiyeti AB için kabus senaryosunu uygulamaya sokabilir.

-ABD ile ilişkiler ve Avrupa savunması: ABD’de Joe Biden’ın Başkan olarak seçilmesi, transatlantik ilişkilere büyük zarar veren Trump dönemi sonrasında ilişkilerin yeniden iyileşmesi umudunu doğurmuştu. Ancak gerek söylem ve tavır olarak, gerekse iklim ve demokrasi vurgusu ile Trump döneminden önemli ölçüde ayrılsa da, Biden yönetiminin Çin ile rekabete ve Pasifik Havzası’na öncelik vermesi ile bir devamlılık olduğu görülüyor. Bu durum Avrupa ile ilişkilere yansırken, Birleşik Krallık, ABD ve Avustralya’nın oluşturduğu AUKUS isimli yeni güvenlik paktı gibi gelişmeler transatlantik ilişiklerdeki yıpranmanın devam edeceğini gösteriyor. Bu durum Avrupa’nın kendi önceliklerine konsantre olması ve kendi çıkarları doğrultusunda dış ve güvenlik politikalarına şekil vermesi ihtiyacını doğuruyor. Ancak AB’nin bunu ne kadar gerçekleştirebileceği başka unsurların yanında, yeni kurulacak Alman hükümetinin tutumuna bağlı olacak.

-Çin ve Rusya ile ilişkiler: Diğer önemli bir meydan okuma AB dışında yer alan ancak ekonomik ve stratejik güçleri ile Avrupa coğrafyasında etki alanlarını genişleten bu iki önemli aktöre yönelik politikaların şekillendirilmesinde yatıyor. Rusya’nın AB’nin doğu sınırlarındaki etkisi artarken tehdit algısı da yükseliyor. Bunun yanında özellikle doğal gaz tedarikinde Rusya’nın bu kartı zaman zaman Avrupa’yı destabilize etmek için kullanması da AB’nin Rusya’ya karşı kararlı bir strateji izlemesini zorlaştırıyor.  Putin genelde Batı’nın uluslararası sisteme yaklaşımını eleştirerek ve Kırım’ın ilhakı gibi konularda uluslararası düzeni güç kullanarak değiştirmesi ile AB’nin normatif bir güç olarak etkinliğini zora sokuyor. Çin ise Avrasya, Balkanlar ve Doğu Avrupa’da etkinliğini artırırken, ekonomik gücü ve kuşak ve yol gibi projeleri ile AB’nin temsil etiği değerlere alternatif oluşturuyor. Rusya ve Çin’in ayrı ayrı oluşturduğu tehditlerden farklı olarak, bu iki aktörün yakınlaşmasının da AB tarafından endişe ile izlendiği görülüyor. Uzun soluklu ve gerçekçi bir strateji oluşturulmasında Almanya’nın liderliği ve bütünlüklü bir yaklaşım benimsemesi çok önemli.

-AB değerlerinin Birlik içindeki aykırı üyelere karşı korunması: AB’nin geleceğini zora sokan önemli bir konu son günlerde Polonya Anayasa mahkemesinin verdiği kararla tekrar gündeme gelen AB değerleri ve ilkelerine ters düşen üyelerin durumunda karşımıza çıkıyor. Özellikle Polonya ve Macaristan’da Orban ve  Kaczynski gibi liderler kendi iktidarlarını pekiştirmek için yargının bağımsızlığı, hukukun üstünlüğü, temel hak ve özgürlükler , cinsiyet eşitliği, ayrımcılığın önlenmesi, LGBTQ+ hakları ve sivil toplumun özerkliği gibi alanlarında AB değerlerine aykırı uygulamalar içinde oldular. Son aşamada Polonya Anayasa Mahkemesinin AB hukukunun üstünlüğüne karşı çıktığı karar AB’nin en temel ilkelerinden birini hedef alıyor. Buna karşı bu gibi üyelerin AB bütçesinden aldığı fonların askıya alınması, yaptırım uygulanması söz konusu. Yeni dönemde bu ülkelere taviz verilmeye devam edip etmeyeceği ise AB değerlerindeki çatlağın durumunu belirleyecek. Olası koalisyon hükümetindeki partilerin insan hakları ve demokrasi konusundaki hassasiyetleri bu sürecin hızlanmasına yol açabilir.

-AB’nin reformu ve genişleme süreci: Son önemli konu ise geçtiğimiz mayıs ayında başlayan Avrupa’nın Geleceği Konferansı bağlamında kurumsal olarak AB’nin reforme edilmesi ve yeni üye alımları ile ilerlemesi beklenen genişleme sürecinin gidişatında somutlaşıyor. AB’nin kurumsal mekanizmalarının ve karar alma süreçlerinin var olduğu şekliyle devam edemeyeceği ve Kurucu Antlaşmalar’ın revizyonuna dayalı bir reform süreci ihtiyacı genel olarak kabul görse de, bu reformlar konusunda anlaşmaya varılması ve birçok üye ülkede gerçekleşmesi muhtemel referandumlarda onaylanması oldukça zorlu bir süreç olarak AB’nin karşısında duruyor. Burada Fransa ve diğer üye ülkelerin tutumu kadar, Almanya’nın liderlik rolünü üstlenip üstlenmeyeceği ve reform ajandasını benimseyip benimsemeyeceği önem kazanıyor. AB’nin reform hamleleri ile eş zamanlı ilerleyen genişleme sürecinde bir tıkanıklık yaşanıyor. Türkiye’nin adaylığı sürmesine rağmen, müzakereler fiili olarak durmuş durumda. Batı Balkanlar için ise güçlü bir Avrupa vurgusu yapılırken, üyeliğin gerçekleşme olasılığı en azından AB kendi içinde reformlarını yaprak uygulamaya koyana kadar ertelenmiş gibi gözüküyor. Hollanda ve Danimarka gibi bazı Üye Devletler genişlemenin artık durması gerektiği konusunda ısrarcı davranıyor. Burada, yeni kurulacak hükümetin genişleme yanlısı mı olacağı yoksa bu konuyu zamana mı bırakacağı önemli bir fark yaratacak.

Son olarak, Almanya kritik bir seçimi geride bırakırken, belirsiz ve sancılı olabilecek bir geleceğin kapısında bekliyor. Koalisyon görüşmelerinin başlayacak olması SPD, FDP ve Yeşillerin asgari müşterekte birleştiğini gösterse de, aralarındaki öncelikler, hedefler ve pratikler düzeyindeki ayrılıklar özellikle hükümetin ilk aylarında bazı karışıklık ve tartışmalara yol açabilir. Öte yandan, sadece Avrupa’yı ya da Almanya’yı değil tüm dünyayı etkisi altına alan iklim değişikliği hızla değişimleri körüklüyor ve ülkelerin birlikte hareket etmesinin önemine dikkat çekiyor. Almanya’da kurulması muhtemel olan koalisyon hükümetinde yer alacak partilerin öncelikleri arasında yer alan, yeşil dönüşüm ve iklim için mücadele vurgusu da dönüşüm süreçlerinin bu dönemde hızlanabileceğini gösteriyor. Almanya ve AB Merkel sonrası döneme geçişin sancılarını yaşarken, tüm dünya ile birlikte dijitalleşme ve yeşil dönüşüm bildiğimiz dünyanın köklü bir dönüşümüne şahit oluyor. AB’nin bu meydan okumalara karşı durabilmesi ve güçlü bir ses oluşturması ise Almanya’nın ekonomik liderliğinin siyasi liderlik ile de pekişmesi, iklim ve dijital dönüşümde itici güç oluşturması, ortak savunma gibi konularda daha istekli ve destekleyici olması ve Bütünleşik Avrupa idealine inanması ile gerçekleşebilecek.

“Son Avrupalı” Merkel’in yerini alacak şansölye sadece Almanya’nın değil, Avrupa’nın da önderi olacak mı, Merkel’in yaptığı gibi ulusal öncelikler ve ihtiyaçlar ile Avrupa gündemini örtüştürmeyi başarabilecek mi ve güçlü Avrupalı liderler serisini devam ettirebilecek mi? Küreselleşmenin sorgulandığı, bölgeselleşme ve içe kapanmanın, ülkelerarası uyuşmazlık ve gerginliklerin yoğunlaştığı günümüzde bütünleşik Avrupa’nın geleceği Almanya’da kurulacak yeni hükümetin kaderine de bağlı olacak. Almanya’nın ve aynı zamanda Avrupa’nın da öncelikleri olan dijital devrime uyum ve yeşil dönüşüm hedefleri yeni kurulacak hükümet için önemli birer meydan okuma oluştururken, bu dönüşümlerin AB içinde daha etkili yapılabilecek olması Avrupa perspektifini canlı tutmaya yarayacak. Merkel mirasını teslim ederken, yeni hükümetin başarısını belirleyecek unsurlar arasında koalisyon ortaklarının uyumu kadar, zamanın ruhunun şekillendirdiği küresel siyaset ve Almanya dışında Fransa, İtalya, Hollanda veya Polonya gibi üye devletlerin tutumları ve iç siyasi ve ekonomik durumları da belirleyici olacak.  

Doç. Dr. Çiğdem Nas, İKV Genel Sekreteri

Bu yazının kısaltılmış hali 19 Ekim 2021 tarihinde ‘Fikir Turu’ haber sitesinde yayınlanmıştır.