İKTİSADİ KALKINMA VAKFI
E-Bülteni
İKTİSADİ KALKINMA VAKFI
E-Bülteni

İKV’DEN HAFTAYA BAKIŞ

Geçtiğimiz haftanın en önemli olayı Başbakan Recep Tayyip Erdoğan başkanlığındaki heyetin Avrupa Komisyonu Başkanı Barroso’nun daveti üzerine gerçekleştirdiği Brüksel ziyareti oldu.
İKV’DEN HAFTAYA BAKIŞ

Geçtiğimiz haftanın en önemli olayı Başbakan Recep Tayyip Erdoğan başkanlığındaki heyetin Avrupa Komisyonu Başkanı Barroso’nun daveti üzerine gerçekleştirdiği Brüksel ziyareti oldu. Özellikle son iki senedir yavaşlayan AB hamlesinin yeniden hız kazanacağı yönünde umut veren bu ziyaret yeni ulusal programın yürürlüğe girmesi ve Sayın Egemen Bağış’ın Devlet Bakanı ve Başmüzakereci olarak atanması ile birleşince hükümetin bu konuda kararlı olduğu izlenimini güçlendiriyor. Gerek AB’nin sekiz başlığın açılmaması kararını alması gerekse Fransa ve GKRY’nin bazı başlıklarda müzakerelerin açılmasını engellemeleri sebebiyle sorun yaşanan müzakere sürecinde Türkiye’de reformların yavaşlaması da Türkiye’nin AB üyesi olmasını istemeyen çevrelerin ekmeğine yağ sürüyordu.

Özellikle Türkiye-AB ilişkileri konusunda çalışanların aklına sıklıkla gelen bir soru “Hükümet bu işte samimi mi; yoksa siyasi amaçlarına ulaştığı için AB hedefini bir kenara mı bıraktı” oluyordu. Gerek AB’de gerekse Türkiye’de ortak bir geleceğe yönelik kararlılığın olmadığı yönünde saptamalar yapıldı. 2009’un gelmesi ile esen yeni rüzgar ilişkilerde kritik gelişmelere gebe olan bu yılda yeni bir ivme yakalanması umudunu doğuruyor.

Başbakan’ın Brüksel gezisinde basın toplantılarında, European Policy Centre ve Friends of Europe toplantılarında yaptığı konuşmalara bakıldığında, bazı önemli noktaları vurguladığı ve “AB birinci önceliğimiz ve alternatifi yok” mesajı verdiği görülüyor. Her ne kadar reform sürecindeki yavaşlamanın faturasını muhalefete çıkarsa da bu gezinin yapılmış olması bile Türkiye’nin hala oyunda olduğu mesajını verdiği için önemli. Başbakan’ın gezisi sırasında hükümetin Gazze saldırısı konusundaki hassasiyetinin ve Kıbrıs konusunda Türkiye’nin uğradığı haksızlığın üzerinde durması da birçok Türk vatandaşı açısından ‘gerçeklerin Avrupalıların yüzüne vurulması’ olarak olumlu algılanmış olabilir.

Ancak burada Başbakanımıza hatırlatmamız gereken bir nokta var. Avrupa Birliği geçmişlerinde, tarihlerinde, kültürlerinde, iktisadi ve siyasi sistemlerinde ve toplum yapılarında önemli ortaklıkların olduğu ülkelerden oluşan bir birlik. Bazı ülkeler biraz daha farklı olabilir ama bizatihi Avrupa’daki bütünleşme süreci ortak bir dil, ortak semboller, imgeler ve iletişim kodları oluşmasına katkıda bulunuyor; hatta bu ortak kültürel imge, kod ve mesajların yani ortak dilin ve genel kabul gören değerlerin Avrupa genelinde yayılmasını ve egemen norm haline gelmesini sağlıyor. Bu çerçevede de Avrupalı liderlere ya da Avrupa halklarına bir mesaj verirken veya herhangi bir konuda davanızın haklılığını anlatırken onların anlamasını ve algılamasını kolaylaştırmak için bu gelişmekte olan Avrupa söylemini kullanmaya çalışmanız ikna edici olmanız açısından isabetli olur. Yani bizim açımızdan sinir bozucu olsa da bir Avrupa parlamenterine “Başını istediğin kadar salla. Bizim ülkemizde güzel bir laf var da buraya uymaz. Yakışmaz bize. Çok güzel bir laf var, tam oturuyor buraya da..." demek davanızı anlatmakta size fayda sağlamayabilir. Hamas’ı savunurken, Hamas’ın sandıktan çıkması ile Türkiye’de AKP’nin seçimleri kazanması arasında paralellik kurmak demokrasiye saygı gibi çok önemli bir ilkeyi gündeme getiren Başbakanın yanlış anlaşılmasına yol açabilir. Zaten radikal akımlardan dehşete düşen Avrupalıların kafalarında soru işaretleri oluşmasına yol açabilir.

Başbakanın savları, doğruları savunduğu için ikiyüzlülüğün egemen olduğu uluslar arası ilişkilerde ferahlatıcı bir çıkış olarak nitelendirilebilir. Ancak savlarını Avrupa norm ve değerleri ile bağlantılandırarak güçlendirmemesi ve genel olarak kullandığı söylem, Avrupa liderleri tarafından ‘bir yabancı’ (outsider), Avrupa’ya ait olmayan bir ülkenin başbakanı olarak algılanmasına yol açabilir ya da daha doğrusu Türkiye’nin bu yöndeki imgesini daha da güçlendirebilir. Gerçekten AB’de yerini almak isteyen bir ülkenin başbakanı Avrupa’yı da içselleştirmelidir. Bu AB’nin her dediğini koşulsuz şartsız kabul etme, Avrupa’yı putlaştırma anlamına gelmez. Avrupa karşısında savunmacı ve ezilen ülke psikolojisinden kurtularak eşit bir partner olarak bütünleşme sürecinde hak ettiği yeri alırken AB’nin ortaya çıkardığı yeni kamusal alanda ikna gücünü kullanarak AB söylemini anlama ve ona katkıda bulunma anlamına gelir. Başbakanımıza fazla haksızlık yapmadan ‘kendi özgün sesini’ AB’de duyurduğu için teşekkürlerimizi sunuyor ve üçüncü dünya halklarını savunma gibi kutsal bir göreve soyunurken, bu misyonunu AB perspektifi ile bağdaştırmasını ve Avrupa değer ve normlarına dayandırarak AB’nin etik olduğu ileri sürülen dış politikasına katkıda bulunmasını diliyoruz.

Diğer Yazılar