1-8 Şubat haftası Obama yönetiminin yeni kurtarma planının Kongre’de ele alınması, Erdoğan’ın Davos çıkışının izdüşümleri, Türkiye’nin en sonunda Kyoto Protokolünü onaylaması, AB’de iktisadi krizin etkileri ve ekonomi yönetimine yeni bir şekil verme çabaları ve 45. Münih Güvenlik Konferansı çerçevesinde yeni Amerikan yönetiminin dış politikası ile ilgili tartışmalar ile geçti.
İsrail’in Gazze saldırısının tozu dumana katmasından sonra, ABD’de yeni bir idarenin işbaşına gelmesi ile uluslararası sistemdeki aktörlerin konumlarını yeniden gözden geçireceği bir döneme girdik. Eski Başkan George W. Bush’un gerek dünya ekonomisinde açtığı yaraların sarılacağı, gerekse özellikle Ortadoğu ve Orta Asya gibi bölgelerde sebep olduğu hasarın düzeltilmeye çalışılacağı bir dönem gibi gözükmekle birlikte özellikle küresel durgunluk hiçbir aktörün tam anlamıyla ilerici veya yol gösterici bir konum üstlenmesine imkan tanımıyor. Obama’yı güç bir görev beklerken, AB ve lider konumdaki iki ülkenin başkan ve başbakanları, Nicolas Sarkozy ile Angela Merkel AB’ye ayak bağı olan Lizbon Antlaşması’nın geleceğinden, para birliğine ve ortak dış ve güvenlik politikasına kadar birçok meseleyi aşmakta önemli ölçüde zorlanıyorlar. Lizbon Antlaşması ile ilgili son durum ve AB Ekonomi ve maliye bakanları toplantısında alınan kararlar ile ilgili bülten haberlerimizde gelişmeleri bulabilirsiniz.
5 Şubatta Türkiye’nin Kyoto’ya taraf olması uluslar arası iklim değişikliği ile mücadele rejiminin bir parçası olması açısından önemli bir gelişme olarak kayda geçti. Türkiye’nin yıllardır buna direnmesi ve ABD ile birlikte Kyoto’ya katılmayan yegâne ülke olması Türkiye’nin Kyoto sonrası sürecin müzakerelerine etkin katılımının önünde bir engel teşkil ediyordu. Aralık 2009da Kopenhag’da düzenlenecek olan BM İklim Değişikliği Konferansı öncesinde bu gelişme memnuniyet verici. Öte yandan bankacılık sistemini tekrar rayına oturtmaya yönelik girişimler AB’de devam ediyor. Almanya’da hükümeti bankacılık sektöründe önemli bir hisse sahibi haline getirecek ve bankacılık sektörünü yeniden yapılandıracak yeni bir banka kurtarma planı tartışılıyor. 1980li yıllarda Avrupa Tek Pazarı projesinin hayata geçirilmesinde önemli rol üstlenen Avrupa Sanayiciler Yuvarlak Masası (ERTI) üyeleri krizin reel ekonomi üzerindeki olumsuz etkilerine dikkat çekerek sanayiyi rahatlatacak önlemler alınması çağrısında bulundu. Avrupa’nın global ekonomideki ağırlığının devamı ve uluslar arası rekabet gücünün korunması söz konusu olduğunda tek tek ulusal çaba ve önlemlerin ötesinde AB’nin ortak hareket etmesine ve ortak stratejiler geliştirmesine ihtiyaç var. Bugünkü haliyle fazlasıyla Konsey’e bağımlı bir Komisyon, kendi aralarında tek ses oluşturamayan üye devletler AB’nin liderlik işlevini de önemli ölçüde sarsıyor. Bu açıdan ilk hedef Lizbon’un bir an önce yürürlüğe konulması ve yeni kurumsal düzenlemelerin işlemeye başlaması.
Özellikle Başbakan Erdoğan’ın Gazze saldırısını şiddetle kınaması ve Davos’ta olanlar diplomasinin önemini bir kez daha ortaya çıkardı. Erdoğan’ın açıklamaları çoğu kimseye doğruların yüksek sesle söylenmesi olarak gelse de söylenenin içeriğinin yanında nasıl ve hangi ortamda söylendiği de önemli. Erdoğan’ın yaptığı açıklamalar bir yanda Türkiye’de Musevi vatandaşların kendilerini güvensiz hissetmelerine yol açarken, öte yandan Gazze’de yaşayan Filistinlileri savunma gibi çok haklı bir amaç kullanılan söylem nedeniyle Yahudi düşmanlığının malzemesini oluşturdu. Aynı zamanda belki de bu çıkışın altyapısı iyi hazırlanmadığından ve söylem dışında diğer dış politika araçları kullanılmadığından Türkiye’nin uluslar arası konumu açısından sorunlara neden oldu. Olaya AB ile ilişkiler boyutundan bakarsak, Fransa Cumhurbaşkanı’nın Türkiye özel temsilcisi Pierre Lellouche’un yapmış olduğu açıklama oldukça manidar. “Türkiye sadece kendisi oluyor… Avrupa ve Ortadoğu arasında bir köprü” ifadesini kullanan Lellouche, aslında Sarkozy’nin tam üyelik yerine ayrıcalıklı ortaklık önerisini de destekleyen bir çerçeve çizmiş oluyor. Zaman Gazetesine verdiği özel mülakatta Lellouche, bu öneriyi destekler bir görüş belirtmese de, söyledikleri AB’de çoğu çevrenin yaşananları yorumlama biçimine uyuyor. Türk dış politikası aslında 1990’lı yıllarda ortaya çıkan bir yönelimin devamı olarak, son dönemde bölgesel ve kültürel kimliğini öne çıkaran ve giderek ideolojik tonu yükselen bir değişime sahne oluyor. Bu değişim AB için Türkiye’nin tamamlayıcı bir rol üstlenmesini sağlayabilir. Ancak AKP Hamas benzetmesine kadar giden Batı karşıtı ve radikal İslam destekçisi bir konuma ulaşması, Türkiye’nin Ortadoğu halkları nezdinde popülaritesini kısa vadede artırsa da, uzun vadede AB şansını iyice azaltma tehlikesini de beraberinde taşır.