İKV’DEN HAFTAYA BAKIŞ
Temmuz ayı ile birlikte genel bir tatil havasına girilmesine rağmen AB ve Türkiye gündeminde önemli gelişmeler de yaşandı. Bültenimizin en önemli konularından biri 13 Temmuzda imzalanan Nabucco doğal gaz boru hattı projesi oldu. Nabucco Azerbaycan, Türkmenistan ve Iran gibi tedarikçi ülkelerin gazını Avrupa’ya taşıyacak dördüncü arter olarak önemli bir işbirliği potansiyeli yarattı. 2014 yılında devreye girmesi beklenen Nabucco boru hattının arz kapasitesi hakkında bazı soru işaretleri bulunmakta. Özellikle Rusya faktörü ve Batı’nın İran’ın katılımına şüpheyle yaklaşması projenin Başarsını olumsuz etkileyebilir. Ancak yine de bu imzanın atılmış olması önemli bir kararlılığı gösteriyor. Zaten Avrupa Birliği doğal gaz açısından tamamen Rusya’ya bağımlı olmayı istemediğinden Nabucco’nun başarıya ulaşması büyük önem taşıyor. Artan enerji ihtiyacı alternatif hatların geliştirilmesini zorunlu kılıyor. Bu açıdan Nabucco her şeye rağmen başarıya ulaşma şansı yüksek olan bir proje. Türkiye’nin değişen jeopolitik parametreler içinde de önemini ve vazgeçilmezliğini koruduğunu gösteriyor. Kimi yorumculara göre Türkiye beklediği avantajları alamasa da, böyle bir projede yer almak Türkiye için kaçınılmaz bir seçim olarak değerlendirilebilir. Doğu-Batı enerji koridorunun önemli duraklarından biri olan Türkiye’nin bu tür projelere destek vermesi dış ilişkileri açısından da önemli bir artı değer yaratıyor. Öte yandan boru hattı döşenmesi oldukça maliyetli bir proje ve güvenlik ve çevre açısından önemli endişelere yol açıyor. Nabucco’ya alternatif olarak görülen Güney Akım projesi de Karadeniz’in altından geçecek bir boru hattı ile oldukça maliyetli bir süreç öngörüyor. Karar alıcıların, artan enerji ihtiyacı ve boru hatlarına duyulan talebin yanında, çevre ve güvenlik gibi unsurları da dikkate almaları gerekiyor.
Nabucco türü projeler Türkiye’nin Avrupa’nın güvenliği ve refahı için önemini bir kez daha vurgularken, Türkiye’nin aslında Avrupa’nın ayrılmaz bir parçası olduğunu da hatırlatıyor. Enerjiden tutun, yasadışı göç, uyuşturucu kaçakçılığı ve insan ticareti ile mücadeleye, güvenlik ve savunma politikasına kadar Türkiye Avrupa politikalarının etkinliği ve sürdürülebilirliği açısından yap-bozun vazgeçilmez bir parçasını oluşturuyor. Sarkozy ve Merkel’e göre, Türkiye ile bu alanlarda işbirliği ‘imtiyazlı ortaklık’ çerçevesinde sağlanabilir. Yani Türkiye geleceğin Avrupası’nın inşasına, ortak politika ve karar alma süreçlerine katılmaz. Yalnızca bir ortak olarak gerekli görülen alanlarda, politika ve projelere dahil edilir. Sadece AB içinde verilen kararların uygulayıcısı ya da bu kararlarının başarıya ulaşmasında destek veren ülke olarak katılır.
Bu bakışın altında farklı varsayımlar yatıyor: Birincisi şu: Evet Avrupa’nın refahı ve güvenliğinin devamı için Türkiye’ye ihtiyaç var. Ancak bu tespit, Türkiye’nin tam üye olması gerektiği sonucunu doğurmaz. Gümrük birliği ya da Nabucco gibi projelerde birlikte çalışmayı içeren ad hoc işbirliği süreçleri ve ortak hareket alanları sağlanabilir. Türkiye tam üyelik için yola çıkmış ama imtiyazlı ortaklık ile yetinen bir ülke olarak Ukrayna gibi diğer bazı ülkelere de model oluşturabilir. Zaten AB’nin 2002 yılından bu yana geliştirdiği Komşuluk Politikası da “Üyelik dışında her şey”i öngörmüyor mu? Türkiye bunun ilk örneği olabilir.
İkinci varsayım “Türkiye neden tam üye olarak istenmiyor” sorusunun yanıtında gizli. Daha önce de birçok kereler bu sorunun cevabını inceledik. Türkiye’nin nüfusu oranında karar alma mekanizmalarında temsil edileceği, bu durumun AB içindeki bazı dengeleri alt üst edeceği, kültürel farklılıkların endişe yaratması, Türkiye’nin AB ortalamasının altında kalan milli geliri ile bütçeye bir yük olarak algılanması, göç konusunun Avrupa’da ele alınış şekliyle bir güvenlik endişesi haline gelmesi gibi sorunlardan söz ettik. Bütün bunların üzerinde bir genelleme yaparsak şöyle bir sonuca varabiliriz. Ancak bu çıkarsamanın AB’nin geneli için geçerli olmadığını sadece Türkiye’nin üyeliğine karşı çıkan çevrelerin genel yaklaşımını ve bu açıdan da Türkiye’nin yanlışlaması gereken argümanın özeti olduğunu belirtmekte yarar var: Türkiye Avrupa kavramının bir parçası olarak görülmüyor. Yeni Avrupa bazı tarihsel ve kültürel mülahazalara dayalı olarak anlam kazanıyor. Yani hem geçmişin bugünden bakılarak yorumlanması sonucu Türkiye Avrupa’nın ötekisi olarak inşa ediliyor; hem de, sınırları ve üzerinde duracağı temelleri belirlenmeye çalışılan günümüz Avrupa’sında Türkiye ortak değer, ortak çıkar ve ortak kimlik alanına ait olarak görülmüyor. Bu durum Türkiye’nin AB üyeliğine karşı çıkan çevrelerin Avrupa kavramını nasıl yorumladıkları ve aynı zamanda kendi ülkelerinin veya içinde bulundukları sınıfların Avrupa içindeki konumlarını sağlamlaştırma veya pekiştirme arzuları ile yakından ilgili.
Türkiye’yi AB’de görmek istemeyen çevreler, Türkiye ile ilgili tarihteki ortaklık ve işbirliği anlarını değil, karşıtlık ve çatışma anlarını hatırlatıyor ve ön plana çıkarıyor. Yani 1856’da Osmanlının Avrupa devletler sisteminin bir üyesi olarak ilan edilmesi değil, Viyana kapılarına dayanması vurgulanıyor. Bu anıları yaşatan pek çok tarihi anıt ve sanat eseri de mevcut. Türkiye’nin dışlanması ikinci bir işlevi de yerine getiriyor. Bu şekilde AB’nin en azından güneydoğudaki sınırları netlik kazanıyor. Ama “Neden Türkiye’yi dışarıda bırakıyorsunuz?” sorusuna makul bir yanıt verilemiyor. Sarkozy coğrafi argümana sığınarak “Bana Lisede Anadolu’nun Avrupa’da olduğu öğretilmedi” derken pek de inandırıcı olamıyor. Özellikle Türkiye’den daha güneyde yer alan bir Ülke AB üyesi olurken ve 1987 yılında Türkiye’nin yaptığı başvuru Avrupalı ülke olarak kabul edilmişken bu tür argümanlar popülist söylemin bir parçası olmaktan öteye geçemiyor. Bu açıdan da Sarkozy gibi siyasetçilerin argümanlarını net bir şekilde ortaya koymaları olumlu olarak algılanabilir. Çünkü bu şekilde bu tür savların mesnetsizliği ve Avrupa değerlerine aykırılığı su yüzüne çıkmış oluyor.
Ağustos ayında AB kurumlarında tatil sezonu nedeniyle bültenimize ara vereceğiz. Sizlere veda etmeden önce Temmuz ayının son gününe gelen önemli bir yıl dönümünü de vurgulamak istiyoruz. Bundan 50 yıl önce 31 Temmuz 1959’da o zamanki Demokrat Parti hükümeti Türkiye’nin 1 Ocak 1958 itibarıyla yürürlüğe giren Avrupa Ekonomik Topluluğu’na başvurusunu yapmıştı. Türkiye Roma Antlaşması’nın 238. Maddesi uyarınca ortaklık için başvurmuştu. Bunu takiben Eylül ayında başlayan görüşmeler 12 Eylül 1963 yılında Ankara Anlaşması’nın imzalanmasına yol açmıştı. Bültenimizde detaylı olarak okuyabileceğiniz bu süreç Turgut Özal’ın deyimiyle “uzun, ince AB yolu”nun ilk basamağını oluşturuyordu. Aynı zamanda bu başvuru bugüne göre çok daha az gelişmiş ve içine kapalı bir ülke olan Türkiye’de o dönemde karar alıcıların ne kadar uzak görüşlü ve öngörülü davrandıklarını da gösteriyordu. Günümüzde büyük ölçüde sanayileşmiş, modernleşen, kalkınan ve dünya ile bütünleşen bir Türkiye’de yaşıyoruz. AB’ye de birçok açıdan yakınlaşmış durumdayız. Buna rağmen üyelik süreci sıkıntılı bir şekilde ilerliyor. Sanırız ki, gerek Türkiye’de gerekse AB çevrelerinde bundan 50 yıl önceki öngörüyü gösterecek ve gereğini yapacak siyasetçilere, kanaat önderlerine ve liderlere ihtiyaç var.
Eylülde yeni haberlerle görüşmek üzere.