AB İLE İLİŞKİLERİMİZDE 50 YILI GERİDE BIRAKTIK
Türkiye’nin 31 Temmuz 1959 tarihinde dönemin Avrupa Ekonomik Topluluğu’na yaptığı ortaklık başvurusundan bu yana 50 yıl geçti. Batılılaşma ve modernleşme hedefi üzerine kurulu cumhuriyet projesinin en önemli adımlarından biri sayılabilecek Türkiye’nin AB serüveni pek çok çalkantılı dönemden geçse de bugün itibariyle nihai hedefe her zamankinden daha yakın olunduğunu söylemek mümkündür. Bu süreci en başından beri yakından izleyen İktisadi Kalkınma Vakfı olarak devam etmekte olan müzakerelerin en kısa zamanda tam üyelikle sonuçlanması temennisini paylaşmak istiyoruz.
Bilindiği üzere 1959 yılında yapılan ortaklık başvurusunun AET Bakanlar Konseyi’nce kabul edilişini takiben 12 Eylül 1963 tarihinde imzalanan Ankara Anlaşması, 1 Aralık 1964’te yürürlüğe girerek Türkiye-AB ortaklık ilişkisini resmen başlatmıştır. Türkiye’nin üyelik hedefini ‘hazırlık’, ‘geçiş’ ve ‘son’ dönem olmak üzere üç aşama üzerinden tanımlayan Anlaşma, Türkiye, Topluluğu kuran Antlaşma’dan doğan yükümlülükleri üstlendiği takdirde Topluluğa katılma olanağının inceleneceğini ifade etmiştir. Buna göre, Türkiye ile AET arasındaki ekonomik farkların azaltılmasını amaçlayan ‘hazırlık dönemini’ 1 Ocak 1973’te yürürlüğe giren Katma Protokol ışığında Gümrük Birliği’nin tamamlanacağı ‘geçiş dönemi’ izleyerek, ortaklık ilişkisinin tam üyelik perspektifiyle nihayete erdirileceği ‘son döneme’ girilmesi öngörülmüştür.
Ancak 1970’lerin siyasal, ekonomik ve sosyal çalkantı yıllarını takiben 1980’lerin ilk yarısı boyunca devam eden istikrarsızlık dönemi Türkiye ile Topluluk arasındaki ilişkileri sekteye uğratmıştır. 14 Nisan 1987 tarihinde yapılan üyelik başvurusu ise Türkiye’nin üyeliğe ehil bir ülke olduğu tespitinin yanında müzakerelerin başlaması için yeterli koşulların oluşmadığı gerekçesiyle kabul edilmemiştir. Bununla birlikte ilişkilerin geliştirilmesi beklentisiyle Türkiye’ye tavsiyelerde bulunulmuştur. Bunun üzerine Gümrük Birliği’nin tamamlanması çalışmalarına hız veren Türkiye, sürecin 1 Ocak 1996’ta tamamlanmasıyla Avrupa Birliği ile olan ilişkilerini yeni bir aşamaya taşımıştır. Ne var ki Avrupa Komisyonu’nun 16 Temmuz 1997 yılında hazırladığı ve genişlemeye dair stratejilerin ele alındığı ‘Gündem 2000’ Raporu’nun Türkiye’yi genişleme kapsamına almaması ve 12–13 Aralık’taki Lüksemburg AB Konseyi Zirvesi’nde Türkiye’nin adaylığının teyit edilmemesi AB ile siyasi ilişkilerin askıya alınmasına sebep olmuştur.
Türkiye ile ilgili tutumunu gözden geçiren AB’nin 10–11 Aralık 1999 tarihindeki Helsinki AB Konseyi Zirvesi’nde Türkiye’ye adaylık statüsü vermesiyle, Birliğe katılım yolunda bir toplumsal reform ve dönüşüm süreci başlamıştır. Bu hususta, Kopenhag siyasi kriterlerinin ve Topluluk mevzuatına uyum yönünde hazırlık çalışmalarının yerine getirilmesi hedeflerinin ortaya konduğu Katılım Ortaklığı Belgesi 8 Mart 2001’de kabul edilmiştir. Türkiye’nin öncelikli olarak AB siyasi kriterlerini karşılamak üzere yürüttüğü reform çabaları ise sonuç vererek, Avrupa Komisyonu’nun 2004 İlerleme Raporu’nda müzakerelerin başlatılması için gerekli siyasi kriterleri karşıladığı görüşünü takiben 16–17 Aralık 2004 Zirvesi’nde Türkiye ile müzakerelerin 3 Ekim 2005 tarihinde başlaması yönünde karar alınmıştır.
Söz konusu tarihten bu yana 11 başlık müzakerelere açılmış, bunlardan yalnızca 1’i (Bilim ve Araştırma) geçici olarak kapatılmıştır. Tamamlanması gereken 35 başlık olduğu, müzakerelerin yavaş seyrettiği ve Kıbrıs meselesi ile Fransa’nın tavrı nedeniyle 12 başlığın bloke edildiği göz önüne alındığında AB’ye katılım sürecinin istenilen düzeyde ilerlemediği ortadadır. Ancak bu noktada hatırlatmak gerekir ki, bugün itibariyle yarım yüzyıla dayanan AB-Türkiye ortaklık geçmişinin nihai hedefine en yakın gelecekte ulaşması için benimsenmesi gereken tavır, siyasi karar alıcıların yanısıra toplumun tüm kesimlerinin bu sürece en üst düzeyde katılarak, Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliği için siyasi partilerden sivil toplum örgütlerine herkesin üzerine düşen sorumluluğu yerine getirmesidir.