![]() |
![]() |
HAFTAYA BAKIŞ
Geçtiğimiz hafta Çek Cumhuriyeti’nin AB dönem başkanı olarak son haftası idi. Çek Cumhuriyeti’nin büyük ölçüde yaşanan hükümet krizi nedeniyle çok etkin ve organize bir başkanlık yapması mümkün olamadı. Yine de Haziran AB Konsey toplantısında Lizbon Antlaşması’nın İrlanda’da tekrar referanduma sunulması ve İrlanda’ya sunulan ayrıcalıklar konusunda bir mutabakat sağlandı. Ayrıca Barroso’nun tekrar Komisyon Başkanı olarak AP’ye önerilmesi de karara bağlandı. Önümüzdeki hafta İsveç’in dönem başkanlığı başlayacak. Aralıktaki Kopenhag BM konferansı öncesinde İsveç’in iklim değişikliği konusuna ağırlık vermesi ve AB’nin bu alandaki lider rolünü vurgulaması bekleniyor. Ayrıca Türkiye’nin üyeliğini destekleyen üye devletlerden biri olan İsveç’in dönem başkanı olması Türkiye için de büyük önem taşıyor. İsveç’in Avrupa İşleri Bakanı Cecilia Malmström,
22 Haziran’da Brüksel’de düzenlenen bir basın toplantısında İsveç’in önceliklerinden söz ederken, Türkiye ile kaç fasılın müzakereye açılacağı sorusuna “…Bilmiyoruz. En azından bir tane açabileceğimizi ümit ediyoruz” diye yanıt verdi.
Sekiz başlığın açılmama kararı ve Fransa’nın üyelikle ilgili olduğu gerekçesiyle beş başlığın açılmasını engellemesi nedeniyle fazla bir ilerleme beklemek iyimserlik olabilir. Ancak Türkiye’nin Ek Protokol’ü Güney Kıbrıs sebebiyle tam olarak uygulamadığı gerekçesiyle ortaya çıkan bu durumun 2009 sonunda AB Konseyi tekrar gözden geçirmesi İsveç’in dönem başkanlığı sırasında gerçekleşecek. Bu aşamada da İsveç’in üye devletler arasında Türkiye için olabilecek en iyi formülü müzakere edeceğine güvenebiliriz.
26 Haziran’da Başbakan Recep Tayyip Erdoğan Brüksel’e gitti. 1986 yılında İsviçre’de kurulan Crans Montana Forum’dan onur ödülü almak üzere Brüksel’e giden Erdoğan aynı günün akşamı Komisyon Başkanı Barroso ile görüştü. Erdoğan verdiği demeçlerde, AB’nin tutumunu eleştirdi ve siyasi gerekçelerle müzakere sürecinin yavaşlatılmasının anlaşılması zor bir durum olduğunu ifade etti. Erdoğan isim vermeden Fransa’nın yaklaşımını eleştirirken haklıydı. Kıbrıs konusunda ise Türkiye’nin tek taraflı olarak ödün veremeyeceğini ve AB’den gelecek olumlu sinyallerin de gerekli olduğunu ifade etti. Türkiye’de reform sürecinin yavaşladığı görüşüne katılmadığını belirten Erdoğan hükümetin ve parlamentonun bu alanda çok çalıştığını belirtti.
Başbakanın reform sürecinin yavaşladığını kabul etmemesi anlaşılabilir. Her ne kadar AB sürecinin yakından takip edenler için bu kaçınılmaz bir olgu olarak ortada olsa da, sadece hükümeti suçlamak da yanlış olur. Muhalefet partilerinin müzakere sürecine verdikleri desteği yeterince vurgulamamaları, Türkiye’de yaşanan içi sorunlar ve her şeyden önce Kıbrıs sorunu zaten sürecin ilerlemesini olumsuz olarak etkiledi. Ancak özelikle müzakerelerin başlamasını takiben baş müzakerecinin geç atanması, bu önemli görevin uzun süre Dış işleri Bakanlığı görevi ile birlikte yürütülmesi ve ABGS çerçevesindeki müzakereleri yürütmekle görevli kadroların gerek yetki açısından gerekse sayı açısından yetersiz olması da hükümetin hataları olarak görülebilir. Ayrıca müzakere sürecine sivil toplum, iş dünyası ve çalışanların temsilcilerinin katılımı da asgari düzeyde kaldı. Bu durum da AB müzakere sürecinin topluma mal olmasını engelledi. Ama yukarıda da vurguladığımız gibi AB’nin Türkiye politikasında var olan ikilemler, belirsizlikler ve tutarsızlıkları Türkiye’de AB desteğinin düşmesindeki en önemli neden olarak sayabiliriz. Artık geçmişe değil geleceğe bakmak ve bundan sonra müzakerelerin sağlıklı olarak işlemesi için neler yapılabileceğini tartışmak çok daha mantıklı olacaktır.
Öyle görünüyor ki, Türkiye’nin üyeliğin desteklediğini söyleyen AB ülkelerine çok iş düşüyor.
Geçtiğimiz hafta İKV’nin davetlisi olarak Türkiye’de bulunan gazeteci ve araştırmacı William Chislett bu açıdan önemli bir noktayı vurguladı. Sarkozy Türkiye ile ilgili bir görüşünü ifade ettiğinde Türkiye’de bunun sanki tüm AB adına konuşuyormuş gibi algılandığına dikkat çeken Chislett, Sarkozy’nin Türkiye hakkında görüş bildirdiği her durumda Türkiye’nin AB üyeliğini destekleyen üye devlet liderlerinin de çıkıp bu desteği dillendirmeleri ve bu şekilde Sarkozy’nin yarattığı etkiyi dengelemeye çalışmaları gerektiğini belirtti. Chislett İKV’de yaptığı konuşmada İspanya’nın AB üyelik sürecini Türkiye ile karşılaştırdı ve iki ülkede de demokrasi açısından AB üyeliğinin ne kadar önemli olduğuna dikkat çekti. Bu benzerliğin yanında bir farklılığa da dikkat çeken Chislett, İspanya’da Franco rejimi sonrasında başlı başına demokrasinin önemli olduğunu ve İspanya halkının AB üyeliği olsun olmasın demokrasiyi tartışılmaz bir değer ve zorunluluk olarak benimsediğini vurguladı. Ancak Türkiye’de demokrasinin vazgeçilmezliği konusunda bu derecede bir konsensüs olmadığını söyledi ve Türkiye’de demokrasinin yerleşmesinin AB üyeliği hedefine bağlı olduğunu ifade etti. Türkiye’nin demokrasiyi 63 yıldır yerleştirmeye çalışan bir ülke olduğu düşünülürse bu görüşe karşı çıkılabilir. Ancak yine aynı nedenle yani demokrasi mücadelesinin 63 yıldır iniş çıkışlarla devam ettiği göz önünde bulundurularak Türkiye’de istikrarlı ve engelsiz bir demokrasi için AB üyeliği perspektifinin ne kadar önemli olduğu da ortaya çıkmaktadır. Türkiye’de demokrasinin yerleşmesi elbette ki sadece AB kriterlerine indirgenemez. Zaten bir ülkenin tam anlamıyla demokratik olması iç dinamikler olmadan sadece dış itkilerle gerçekleşemez. Ancak bu ikisinin eş zamanlı olarak bir arada var olması Türkiye gibi birçok ülkede tartışmasız bir demokrasi için önemli bir itici güç oluşturabilir.