Bu hafta İktisadi Kalkınma Vakfı’nın AB nezdinde iletişim etkinlikleri kapsamında Fransa’da bir uluslararası kolokyum düzenlendi. Söz konusu kolokyum, İKV ile Yeditepe Üniversitesi Hukuk Fakültesi ve Paris X Nanterre Üniversitesi işbirliğinde 12-13 Mart tarihlerinde gerçekleştirildi. “Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne Katılımı – Korkuların Ötesine Geçmek” başlıklı kolokyuma, Türkiye ve Fransa’dan değerli uzman ve araştırmacıların yanı sıra Dışişleri eski Bakanı Emre Gönensay, Fransa eski Başbakanı Michel Rocard ve Türkiye’nin AT’ye tam üyelik başvurusunu yapan hükümetin dışişleri bakanı ve başbakan yardımcısı Ali Bozer de katıldı.
Bültenimizde kolokyum ve yapılan konuşmalar hakkında ayrıntılı bilgi bulabilirsiniz.
Fransa’da Türkiye’nin AB üyeliği tartışmalı bir konu olmaya devam ediyor. Mayıs 2004’te “Avrupa için bir Anayasa Oluşturan Anlaşma” için yapılan referandum öncesinde büyük ölçüde gündeme gelen ve anayasa ile ilgili görüşmelerde sıklıkla tartışma konusu yapılan Türkiye’nin AB üyeliği konusunda bir önceki Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac daha ılımlı bir yaklaşım sergiliyordu. Türkiye’nin Avrupa için önemini vurgulayan Chirac, Türkiye ve Avrupa’nın ortak kökenlerine de vurgu yaparak Türkiye’nin üyeliği lehine önemli bir argüman ortaya koymuştu.
16 Mayıs 2007 tarihinde göreve başlayan Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy Türkiye ile ilgili tavrını çok net bir biçimde ortaya koymuştu. “Türkiye’nin bir Küçük Asya ülkesi olduğunu” ileri sürerek üyelik perspektifini kökten bir dille reddeden Sarkozy kamuoyunun beklentilerini karşılarken, aynı zamanda özdüşünümsel bir biçimde kamuoyuna bu görüşleri ile yön de veriyordu. AB içinde belirleyici ve lider ülke konumunda olan Fransa’da Türkiye’yi tanıtmak ve Türkiye’nin Avrupa bütünleşmesi için önemini vurgulamak Türkiye’nin AB’li geleceği açısından çok önemli. 3 Haziran 2008 tarihinde Fransa meclisinde oylanarak kabul edilen
AB nüfusunun yüzde beşinden daha fazla nüfusa sahip ülkelerin tam üyeliği söz konusu olduğunda referandum yapılması şartını getiren bir maddeyi içeren anayasa değişikliği paketi 11 Haziranda Senato tarafından Türkiye’ye karşı haksız ve kırıcı bir uygulama olduğu gerekçesiyle reddedilmişti. Temmuz ayında maddede yapılan değişiklik ile,Chirac döneminde getirilen yeni AB üyeleri için referandum koşulu geçerli olmaya devam ederken, bu zorunluluğun Ulusal Meclis ve Senato üyelerinin beşte üçünün talebi ile kaldırılabilmesini öngören düzenleme kabul edildi.
Fransa’nın Türkiye’nin üyeliğine karşı bu kuşkulu yaklaşımı büyük ölçüde AB içindeki güç dengeleri ve Fransa’nın Avrupa vizyonuna dayanıyor. Türkiye’nin Paris Büyükelçiliği tarafından Opinionway isimli kuruluşa Haziran 2008 itibarıyla yaptırılan anket sonuçlarına göre ankete katılanların yüzde 35’i Türkiye’nin AB’ye girmesine olumlu bakarken, yüzde 62’si ‘Hayır’ diyor. Dolayısıyla Fransız toplumunda da bu kuşkulu yaklaşımın geçerli olduğunu söylemek mümkün. AB üyesi bir Türkiye’nin yüksek nüfusu sebebiyle
AB kurumlarında temsil ve oy hakkı açısından ağırlık kazanacağı ve bu durumun şu anda AB’nin büyük ülkelerinden biri olan Fransa’nın konumuna zarar vereceği endişesinin yanında, Türkiye’nin Fransa’nın gözüyle Avrupa tarihi ve kültürünü paylaşmayan bir ülke oluşu ve AB içinde farklı bakış açışıyla Fransa’nın Avrupa vizyonuna alternatif oluşturabileceği ve rakip bir güç odağı olacağı düşünceleri büyük ölçüde Fransa’nın tavrını belirliyor.
Bugünlerde Türkiye’nin AB üyeliği konusu Fransa’da gündeme getirilmekten kaçınılan ve derin dondurucuya bırakılan bir konu olsa da İKV girişimiyle gerçekleştirilen bu kolokyum ülkemizin farklı boyutları ile ele alınmasını sağlayarak Türkiye’nin üyeliğini tekrar gündeme taşıdı. Yalnız Fransa’da değil AB genelinde de “Ne kadar geç o kadar iyi” mantığı içinde hareket ediliyor. 12 Martta Avrupa Parlamentosu Genel Kurulu Ria Oomen-Ruijten tarafından yazılan 2008 Türkiye İlerleme Raporu hakkındaki AP Raporunu onayladı. Türkiye ile katılım müzakerelerinin başlamasının “uzun süreli ve açık uçlu bir sürecin başlangıç noktası” olduğunu belirterek başlayan rapor, Türkiye’de üçüncü ardışık yılda da reform sürecinin yavaşlamasından ve Türk toplumu içinde ve siyasi partiler arasındaki kutuplaşmadan duyulan endişeyi ifade ettikten sonra eleştiri ve tavsiyelerini sıralıyor. Parlamento’nun genellikle hassasiyetle üzerinde durduğu ifade ve basın özgürlüğü, azınlıkların durumu, kadının statüsü ve cinsiyet eşitliği gibi konulardaki eksiklik ve aksaklıkları gündeme taşıyor. Parlamento’nun bakış açısı önceki raporlarla karşılaştırıldığında dengeli olarak nitelendirilse de, raporun göz ardı ettiklerinin altını çizmekte fayda var. AP, örneğin Türkiye’nin Ortaklık Anlaşması ve Katma Protokol’den doğan hükümleri yerine getirmediğini söylerken, AB’nin üzerine düşen ancak yerine getirmediği, serbest ticaret anlaşmalarının müzakere sürecinde Türkiye’nin bilgilendirilmesi ve katılımı, yerleşme hakkı ve hizmetlerin serbest edimi konusunda Türk vatandaşlarının hakları gibi konuları gündeme taşımıyor. Aynı şekilde Türkiye’nin üyeliği konusunu, süreç bu aşamaya gelmiş olmasına rağmen hala tartışma konusu yapan çevrelere çağrıda bulunmuyor. Bu gibi sorunları görmeksizin tüm beklentileri Türkiye’ye yüklemek haklı bir yaklaşım olmasa da, Türkiye’nin reform sürecinde ivmeyi kaybederek çok değerli yılları harcaması ve AB’yi ikna etmekte gerekli çabayı göstermemesi, üyelik için başvuranın Türkiye olduğu hatırlanırsa, Türkiye’nin tıknefes olmadan yola devam etmesi gerektiği sonucunu çıkarmamıza yol açıyor.