Kasım ayının sonuna geldiğimiz bugünlerde Avrupa Birliği yeni bir telaş içinde. Bu telaş AB’nin kurumsal açıdan yeni bir döneme girmesinden kaynaklanıyor. Bu yeni dönem AB’nin 2001 yılından bu yana devam eden Antlaşmaların revizyonu ile ilgili sancılı süreci sona erdirmesine tekabül ediyor. AB yoluna güçlendirilmiş bir yasal temel ve kurumsal yapı ile devam edecek. Bunun ilk sinyalleri geçtiğimiz günlerde geldi. Belçika Başbakanı Herman Van Rompuy AB Konseyi Başkanı olarak seçilirken Barones Catherine Ashton yeni dış politika ve güvenlik yüksek temsilcisi olarak belirlendi.
Dünyada az tanınan ve küçük bir ülkenin devlet adamı olarak Herman Van Rompuy’un bu göreve seçilmesi bazı çevrelerde hayal kırıklığı yarattı. AB’ye başkanlık edecek yeterliğe ve ağırlığa sahip olmadığı düşünüldü. Öte yandan özellikle Fransa ve Almanya gibi büyük ülkelerin AB içinde etkilerini sınırlayabilecek yüksek profile sahip bir Başkan’a razı olmaları da gerçekçi bir beklenti olmaz. AB Konseyi Başkanlığı makamı AB’nin dünyada görünürlüğünü artıracak ve Konsey çalışmalarını koordine ederek devamlılığı sağlayacak bir görev olarak düşünüldü. Ancak Nicolas Sarkozy ya da Angela Merkel gibi dünyada bilinen ve ağırlığı olan liderler de AB’yi temsil etmeye devam edecekler. Örneğin geçtiğimiz yıl Gürcistan’da yaşana krize benzer bir olay gerçekleştiğinde Herman Van Rompuy’un yanında AB üyesi devletlerin liderleri de kuşkusuz etkin olmaya devam edecek. Van Rompuy’un AB’yi tek başına sırtlamasını beklememek gerekir.
Bilindiği üzere, AB Konseyi Başkanlığı makamına aday olarak İngiltere eski Başbakanı Tony Blair’in de adı geçiyordu. Tony Blair tanınan, geniş kitlelere hitap edebilen ve medya açısından cazip bir lider. Öte yandan özellikle 2003 Irak işgalindeki rolü nedeniyle kendi ülkesi ve partisi içinde de önemli eleştirilere uğramış olması itibarını büyük ölçüde etkiledi. Bu açıdan AB Konseyi Başkanlığı’na seçilmesi neredeyse imkansızdı. Irak işgali nedeniyle inanırlığını yitirmesinin yanında, İngiliz olması, ABD’ye yakınlığı ve özellikle Sarkozy ve Merkel gibi liderlere rakip olacak konumda bir siyasetçi olması da onun seçilmesini zora sokan diğer nedenler olarak sıralanabilir.
AB Konseyi Başkanlığı gibi bir makamın gerçekten etkin olabilmesi için Üye Devlet liderleri üzerinde etkili olabilecek, birleştirici ve yönlendirici ve gerektiğinde arabulucu olarak işlev görebilecek saygın bir lidere ihtiyaç var. Öte yandan bugün Avrupa’da bu makamı hakkıyla yerine getirebilecek çok az lider bulunduğu da diğer bir gerçek. Çoğu üye devlette genç ve göreceli olarak deneyimsiz liderler görevde. Çeşitli vesileler ile gündeme gelen Sarkozy dahi François Mitterand gibi politikacıların vizyonu ve ağırlığına sahip değil. Eski Belçika Başbakanlarından Guy Verhofstadt gibi AB üzerine düşünen, entegrasyon yanlısı politikacıların ise bu tür makamlara gelme şansları yok. Lider yokluğu, içinde bulunduğumuz dönemin koşullarından da kaynaklanıyor. “İlginç zamanlarda yaşayasın” Çin lanetinin çağrıştırdığı gibi, dünya bir geçiş dönemi yaşıyor. Bu dönemde de uzun vadeli politikalar uygulayabilmek oldukça güç. Daha çok ‘günü kurtarmaya’ yönelik bir anlayış hakim. Aynı zamanda AB’nin içinde bulunduğu zorluklar da ‘vasat’ olanın egemen olmasına yol açıyor.
Önümüzdeki ay Kopenhag’da gerçekleştirilecek iklim değişikliği zirvesi öncesinde yaptığı cesur açıklamalarla Danimarka İklim ve Enerji Bakanı Connie Hedegaard öne çıkan siyasetçiler arasında yer alıyor. Özellikle kadınların siyasette daha çok yer alması ve önemli pozisyonlara gelmeleri ile birlikte Avrupa’da da lider açığı kapanacaktır. Erkek egemen kültürün değişmesi ve dönüşmesi daha girişimci ve cesur yeni bir siyasetçi jenerasyonunun ortaya çıkmasını sağlayacaktır.