İKV’DEN HAFTAYA BAKIŞ
Geçtiğimiz hafta İstanbul Güngören’de gerçekleştirilen bombalı terör eyleminin uyandırdığı infial ve karamsarlık ile başladı. Terörün dünyadaki birçok ülke gibi Türkiye’nin de yıllardır başını ağrıtan, hedef ayırt etmeden istikrarı ve iç barışı tehdit eden boyutları konusunda bizi yeniden düşünmeye sevk eden bu eylemin ardından Türkiye’de gerek halkın gerekse emniyet güçlerinin terör konusunda daha iyi eğitilmeleri ve önlem almada geç kalınmamasının önemi vurgulandı. Bu eylemin hemen ardından Mart ayından bu yana gündemi belirleyen Adalet ve Kalkınma Partisi’nin kapatılma davası ile ilgili olarak Anayasa Mahkemesi kararını açıkladı. “Kapatılsın mı, kapatılmasın mı?” tartışmalarına da bir nokta koyan bu kararla Anayasa Mahkemesi hem AKP’yi laiklik konusunda uyardı; hem de bu uyarıya rağmen Anayasa uyarınca partinin kapatılmasını gerektirecek bir durumun oluşmadığına karar verdi. Mahkeme, AKP’nin laikliğe karşı eylemleri ile “odak olduğu, ancak odaklaşmanın çok ağır olmadığı gerekçesiyle Hazine yardımından mahrum bırakılması” sonucuna varıldı.
CHP’nin de vurguladığı gibi Anayasa Mahkemesi AKP’ye “bir sarı kart” göstererek AKP’nin laiklik konusundaki hassasiyetleri ciddiye alma ve cumhuriyetin bu temel ilkesine gölge düşürmeme konusunda daha dikkatli olması gerektiği mesajını verdi. Öte yandan kapatılmama kararı Türkiye’de AKP’yi desteklesin desteklemesin, iktidar partisinin kapatılmasının demokrasi ve istikrar açısından yol açabileceği sonuçlardan endişe eden birçok kesimi de rahatlattı. Bu çerçevede AB tarafından gelen açıklamalar sonuçtan duyulan memnuniyete işaret ediyordu. Türkiye-AB Karma Parlamento Komisyonu Eşbaşkanı Joost Lagendijk’ın sözleri AB’de hakim olan tavrı en açık biçimde ortaya koydu: “Kendimi rahatlamış hissediyorum”.
AB çevreleri, demokratik kriterler açısından soru işaretleri uyandıran halkın oyları ile iktidara gelen bir siyasi partinin yargı organı tarafından kapatılması olasılığı karşısında tepkilerini ortaya koyduğunda, Türkiye’nin içişlerine karışma ve laikliğe yönelik tehlikeyi hafife alma suçlaması ile karşılaştı. Öte yandan, bu duruma tamamen tarafsız kalmak da AB açısından Kopenhag kriterlerini yerine getirmek için önemli yasal reformlar gerçekleştirmiş bir partiyi yalnız bırakmak ve böylede Türkiye’de reform yanlısı kesimlere destek vermekte etkisiz kalmak sonucunu doğurabilirdi. Dolayısıyla Anayasa Mahkemesi kararı AB’nin bu ikilemini çözümlemiş oldu.
Öte yandan, “AB’nin karar öncesi aldığı ve AKP’nin kapatılmasının AB’ce hoş karşılanmayacağı yönündeki tavır, kararın bu şekilde çıkmasında etkili oldu mu?” sorusu da rahatlıkla sorulabilir. Anayasa Mahkemesinin 11 sayın üyesi kararlarını alırken kapatma kararı alınmasının Türkiye’de istikrar, reform süreci ve AB ile ilişkiler açısından ne gibi sonuçlar doğuracağını da enine boyuna düşünmüş ve Türkiye’nin geleceği açısından önemli fark yaratacak böyle bir kararı almanın ağırlığını da iyice hissetmiş olmalılar. Sonuçta 11 kişilik mahkeme heyetinden 10 üye AKP’nin laiklik karşıtı odak olduğunu kabul etse de kapatma için gereken 7 oy çıkmadı ve sadece 6 üye kapatma yönünde görüş bildirdi. Bu şekilde Türkiye’de AKP’nin temsil ettiği global ekonomiye açık ancak toplumsal ve kültürel değerler açısından muhafazakar olarak adlandırılabilecek kesimler ile AKP’yi Türkiye için tehlike olarak gören diğer kesimler arasındaki güvensizliğe ve çıkar çatışmasına dayalı karşıtlık ve bunun yarattığı kriz ortamı tam olarak çözülmediyse de çok önemli bir aşama geçilmiş oldu. Mahkeme’nin kararından çıkarılması gereken mesaj, AKP’ye karşı mücadelenin demokrasinin araçları ile devam ettirilmesi ve her ne kadar uyarı alsa da AKP’nin bir sistem partisi olarak benimsenmeye başlandığının anlaşılması olabilir.
Türkiye’nin son dönemde yaşadığı belirsizlik ve gerilimin en azından bir süreliğine çözümlendiği bu haftanın ardından AB üyelik sürecinin öneminin bir kez daha vurgulanması gerekiyor. Hayati bir krizi atlatan AKP hükümetinin AB konusundaki içtenliğini reform sürecini canlı tutarak göstermesi, dış politikada AB perspektifini gözden kaçırmaması, gerek AB gerekse üye devletler ile olan ilişkilerde Türkiye’nin önceliklerinin açık bir şekilde ifade edilmesine dikkat etmesi ve müzakere sürecinde açılan ve açılması düşünülen fasıllarla ilgili gerekli hazırlık sürecini ciddiyetle yönlendirmesi beklenir. Eğer bunlar yapılabilirse, hem AKP toplumun farklı kesimleri nezdinde inandırıcılığını artırmış olur, hem de AB sürecinde yapılacak reformlar Türkiye’de daha etkin ve daha şeffaf bir yönetim yapısının oluşmasına yardım ederek uzun vadede karşılıklı güvensizlik sorununun çözümü açısından gelişmelere katkıda bulunur.
Son olarak şu noktanın da altını çizelim: AB üyelik süreci devam ederken bunun belirli bir süre içinde tamamlanması gerektiği ve hedefin tam üyelik olduğu da her zaman ön planda tutulmalı. Son zamanlarda dile getirilen bir görüşe göre, Türkiye için tam üyelikten çok üyeliğe hazırlık sürecinin bizatihi kendisinin önemli olduğu ve bu süreçte Türkiye’nin gerekli reformları yaparak ilerlemesinin ve AB standartlarını yakalamasının temel hedef olduğu savunuluyor. Oysa Türkiye’de siyasi ve iktisadi reformların aksamadan devam etmesi tam üyelik hedefinin inandırıcılığını devam ettirmesi ile de yakından ilgili. Türkiye’nin AB’ye tam üyeliği sadece gerektirdiği reform süreci açısından değil, Türkiye’nin küreselleşen dünyada karşı karşıya olduğu siyasi ve iktisadi sorunların çözümü açısından da düşünülmesi gereken temel bir tercih. Bu konuyu da başka bir yazıya bırakarak siz okuyucularımızı İKV’nin derlediği geçen haftanın öne çıkan gelişmeleri ile baş başa bırakalım.