2008’in son ayına girdiğimiz bu günlerde geride bırakmakta olduğumuz yılın genel bir değerlendirmesini yapmak usuldendir. İKV’nin uzmanlık alanı doğrultusunda 2008 AB’nin iç gelişmeleri ve Türkiye-AB ilişkilerindeki gelişmeler açısından değerlendirilebilir. Tabidir ki, bu iki konu da çok yakından dünyada ve yakın bölgelerde yaşanan gelişmelere bağlı. İlk olarak, Amerikan mortgage piyasasından kaynaklanan ve Eylül ayı ile birlikte tüm ciddiyetiyle hissedilen küresel mali kriz ekonomik büyüme hesaplarını altüst ederken, yapılmakta olan tüm planları da zora soktu. Küresel kapitalizmin krizi, neoliberalizmin sonu olarak da adlandırılan bu olaylar silsilesi başta ABD ve Avrupa’yı olmak üzere küresel kapitalizmin ana merkezlerini vururken, küresel ekonomiye nispeten daha az entegre olmuş ekonomiler etkilerini daha yavaş hissettiler. Ancak mali krizin sermaye akışını, ticaret hacmini ve yatırım planlarını etkilemesiyle kimsenin krizden kaçamayacağı, ancak olumsuz etkileri minimize etmeye çalışacağı ortaya çıktı.
Bu ortamda Türkiye-AB ilişkilerini çalışan bizim gibi kurumlar ve uzmanlar da tozu dumana katan bu kritik dönemde Türkiye’nin AB perspektifinin nasıl etkileneceği üzerinde fikir yürütmeye başladı. Özellikle 2006 sonrasında ivmesini kaybeden üyelik süreci umutsuzca yeni bir açılıma ihtiyaç gösteriyordu. Ancak zaten duraklama döneminin üzerine gelen böyle bir kriz belirsizliği önemli ölçüde artırdı ve AB’nin gündeminde ilk sırayı alarak genişleme ve özellikle Türkiye’nin üyeliği konusunu gündemden çıkardı. Aynı şekilde Türkiye’de de, toplumda farklı kesimlerden tepki çekebilecek, hatta parti içinden bazı çıkar gruplarını huzursuz edecek reformlara hız vermek yerine güncel ekonomi ile ilgilenmek ve yaklaşan yerel seçimlere odaklanmak yolu tercih edildi. Eylül ayında ulusal programın hazırlanması ile hız kazanan süreçte yıl sonuna gelindiğinde fazla bir mesafe katedilmediği görüldü. AB’nin Türkiye’nin gündeminden de çıkmasıyla birlikte, Avrupa’da Türkiye’nin üyeliğini istemeyen çevreler sevindi ve üyeliğe alternatif oluşturan önerilerini tekrar ısıtıp önümüze sürmeye başladılar.
Oysa uzun vadede Türkiye’nin üyeliğinin AB’ye birçok yarar sağlayacağı yine birçok çevre tarafından kabul ediliyor. Gelecekte AB’nin içine kapanmasını, ortak değerler adı altında din ve kültür ortak paydası üzerinde Avrupa merkezci bir model oluşturmasını önleyecek; kültürel çeşitliliği özümseyecek modellere katkıda bulunmasını, ulaşım, enerji hatları, ticaret ve kültürel bağlar açısından yakın çevresine ve diğer coğrafi alanlara daha kolaylıkla ulaşmasını sağlayacak ve ekonomik ve demografik dinamizm katacak olan Türkiye gibi bir ülkenin AB’ye katılım süreci çok daha iyi yönetilebilirdi. Belirli bir zaman dilimine yayılarak, yapılması gereken hazırlık ve reformlar ve katedilecek aşamalar planlanarak Türk hükümetleri ile işbirliği içinde nihai üyelik hedefine sadık kalınarak planlanabilir ve büyük ölçüde uygulamaya konabilirdi. Oysa AB de Türkiye hususunda ön kabuller, bazı psikolojik haller, algılar, korkular ve şüphenin etkisi altında kalarak geniş vizyonlu davranamadı. İçinde bulunduğumuz koşullar da bu konuda fazla umut vermiyor.
Bunun yanında Haziran ayında Anayasa taslağının yerini alan Lizbon Antlaşmasının İrlanda’da reddedilmesi AB içinde yeni bir hayal kırıklığı ve sorun yarattı. Bu sorunun aşılması ve 2009 itibarıyla Lizbon’un uygulamaya konulması AB’nin önünü daha iyi görmesini sağlayabilir. Küresel krizin atlatılamasa da, kontrol altına alınması 2009 sonrasında AB’nin Türkiye konusunu tekrar ciddi bir şekilde gözden geçirmesi için uygun ortamı hazırlayabilir. Öte yandan AB yolunda hayal kırıklığı yaşayan Türk toplumu ve AB’yi büyük ölçüde kendi içi politika amaçları doğrultusuna kullanan hükümet de AB sürecini devam ettirmek için nefesini kaybetmiş gözüküyor. Dileğimiz o ki, 2009’da bu konuda gerek Türkiye’de İKV gibi sivil toplum çevrelerinden, gerekse AB’nin yetkili organlarından yapılan çağrılar duyularak reform sürecinde önemli adımlar atılsın.