![]() |
![]() |
İKV’DEN HAFTAYA BAKIŞ
Geçtiğimiz hafta Türkiye-AB ilişkileri açısından en önemli olay Troyka toplantısıydı. Türkiye tarafını Dışişleri Bakanı ve Baş Müzakereci Ali Babacan başkanlığındaki heyetin temsil ettiği toplantıya AB adına, AB Konseyi dönem başkanı Fransa’nın Avrupa işlerinden sorumlu devlet bakanı Jean- Pierre Jouyet, gelecek dönem başkanı Çek Cumhuriyeti Dış işleri Bakanı Karel Schwarzenberg ve Avrupa Komisyonu’nun genişlemeden sorumlu üyesi Olli Rehn’in katıldığı toplantı, 1999’dan bu yana altı ayda bir düzenlenmekte. AB’nin Türkiye’ye yönelik mesajlar verdiği ve iki tarafı da ilgilendiren önemli sorunların tartışıldığı bu dönemki toplantıda, AB’den yine reform mesajı çıktı. Türkiye AB yolunda ilerlemek istiyorsa reformlara hız vermeli ve AB’yi bu konuda inandırmalı. Yani “Türkiye reformları ‘kerhen’ veya kağıt üzerinde değil ama gerçekten Ali Babacan’ın da dediği gibi Avrupa ile ortak değerleri paylaştığı ve çağdaş bir demokrasi ve ülke haline gelmek istediği için yapıyor” dedirtebilmeli. Türkiye kendi içindeki gerçek sorunlarla değil de gündemi meşgul eden ve duyarlı vatandaşları da rahatsız eden birtakım kısır çekişmelerle geçirdikçe bu mesajı vermesi de zor.
Türkiye’de iktidar ve muhalefet arasındaki güven bunalımı reform sürecine sekte vuruyor. Her ne kadar gerek iktidar partisi olan AKP, gerekse ana muhalefet partisi CHP AB sürecini destekleme politikası güdüyorlarsa da uygulamada uzlaşmaz tutumları ve aralarındaki kutuplaşma AB sürecinde yol alınmasını engelleyen en önemli nedenler arasında yer alıyor. AKP açısından Dış işleri Bakanlığı ile AB Baş müzakereciliği makamını birleştirmek yolunun tercih edilmesi bile AB ile bütünleşme sürecinin nasıl algılandığını ve bu hedefe ne kadar inanıldığını gösteren bir delil. Bu tespit kesinlikle Ali Babacan’a yönelik bir eleştiri olarak algılanmamalı. Ama AB gibi dış politikanın dışında birçok iç politika alanını yakından ilgilendiren bir bütünleşme sürecinin sadece bir dış ilişkiler meselesi olarak görüldüğü izlenimini doğuruyor. CHP açısından da genel olarak “AB’ye evet ama AB için yapılması gereken reformlara özellikle siyasi reformlara hayır” gibi bir sonuç çıkıyor. Aslında hem globalleşme yanlısı olup da toplumsal yaşamda muhafazakar olan ve laiklik gibi aydınlanma değerleri ile sorun yaşayan AKP için, hem de Atatürkçülüğü benimsediği halde çağdaş gelişmelere kapalı bir tutum sergileyen ve devlet toplum ilişkileri açısından tutucu olan CHP için AB hedefi dünya görüşleri ile temelde çelişen bir yenilikçi yaklaşımı gerektiriyor. Bugün iki parti de Türkiye’yi AB’ye taşımak için gerekli dünya görüşüne ve vizyona sahip değil. Böyle bir parti de ufukta gözükmüyor. Bu sebeple “var olan koşullar içinde Türkiye ne yapabilir ve AB’ye nasıl en iyi hazırlanabilir” sorunsalı üzerinde yoğunlaşmak gerek.
Öte yandan AB süreci sadece reformdan ibaret değil. Reformları yaparken aynı zamanda AB’yi ikna etmek, AB kamuoylarını Türkiye’nin üyeliğine hazırlamak ve AB’nin tam üyelikten başka bir alternatifi empoze etmeye çalışmasını engellemek gibi öncelikler de işin diğer bir boyutunu oluşturuyor. Sorun hem Türkiye’de, hem de AB’de. AB’nin Türkiye politikasında Türkiye’yi güçlü bir ortak olarak görme eğilimi ağır basıyor; Türkiye’nin güçlü bir üye ülke olması ise hala bazı devletlerin uykularını kaçırıyor. Türk hükümetleri bu çift taraflı stratejiye yoğunlaşırken AB’nin Sırbistan’a olan yaklaşımı ile karşılaştırıldığında AB’nin tutumu ve niyetinin de aday ya da potansiyel aday olan bir devletin uyum sürecini desteklemekte ne kadar önemli olduğu ortaya çıkıyor. 13 yıl önce sonuçlana bir savaşta insanlık suçu işleyen bir ülkenin 2014’te AB üyeliğinden söz edilirken, her ne kadar BM Eski Yugoslavya Ceza Mahkemesi ile işbirliğinde önemli mesafe kat etse de, Sırbistan liderliğinin ve toplumunun AB değerlerini bütünüyle kabul edip benimsediği oldukça tartışmalı bir sav olur. Burada önemli olan AB için Batı Balkanların entegrasyonunun zorluklara rağmen önemli bir hedef olarak benimsenmiş olduğudur. Son olarak Türkiye’nin AB üyeliği hedefine dönersek, süreç zor koşullar altında ve yavaş da olsa devam ediyor. Üstelik üçüncü ulusal programın hazırlanması ve Kıbrıs’ta müzakerelerin yeniden başlaması ile yeni bir döneme girildi. Bu süreçte tüm sivil toplum kesimleri ve siyasi partilerin desteği, uzlaşmacı tutumları ve tam üyelik hedefine inanmaları sürecin en önemli güvencesi olacak.