Centilmenler Diyaloğundan Yaptırım Siyasetine Türkiye-Hollanda Krizi
Oxford Sözlükleri 2016 yılının kelimesi olarak “post truth”u (gerçek ötesi veya post-gerçek) seçtiğinden bu yana, uluslararası siyasette gerçek ötesi gelişmeler peşi sıra gözler önüne seriliyor. Türkiye ile Hollanda arasında mart ayında alevlenen diplomatik kriz de tam olarak bu tabirin hakkını veren kaotik bir nitelik taşıyor.
Türkiye ile Hollanda arasındaki diplomatik kriz önce Hollanda’nın Rotterdam şehrinde polis köpekleri tarafından ısırılan ve atlı polisler tarafından darp edilen Türk kökenli vatandaşların görüntüleriyle dünya basınına yansıdı. Ardından ise Türkiye’de Hollanda’ya yönelik protestolar kapsamında göstericilerin Hollanda’yı temsil eden portakalları sıkıp içtiği veya Hollanda bayrağı yerine yanlışlıkla Fransa bayrakları yaktıkları trajikomik sahnelerle tarih defterine not edildi. Nitekim yaşanan kriz ne gerçek ötesi, ne de trajikomik; yaşananlar oldukça gerçek, olumsuz ve ciddiydi.
Diplomatik kriz mart ayı başında, Almanya, Avusturya, Hollanda gibi Türk nüfusun yoğun yaşadığı Avrupa ülkelerinde, Türkiye’de 16 Nisan’da gerçekleşecek olan Anayasa değişikliği referandumuna yönelik kampanyaları engelleyen tutumla başladı. Devam eden süreçte, karşılıklı sert demeçlerle yükselen tansiyon, 11 Mart tarihinde Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun Türk kökenli vatandaşlarla buluşmak üzere Hollanda’ya gerçekleştirmeyi öngördüğü seyahatin, Hollanda yetkili makamları tarafından engellenmesi, Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu’nun Rotterdam’a uçuş izninin reddedilmesiyle son buldu. Hollanda Dışişleri Bakanlığından yapılan açıklamada, uçuş izninin reddine gerekçe olarak kamu düzeni ve güvenliğine oluşturduğu risk gösterildi. Ortaya koyulan bu uygulama Türkiye’de çok sert yankı buldu. Türk siyasiler tarafından art arda yapılan açıklamalarda, Hollanda’ya misliyle karşılık verileceği, uygulamanın Türkiye-Hollanda ilişkileri tarihine kara bir leke olarak kazınacağı belirtildi.
Uçuş izni krizi, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Betül Sayan Kaya’nın Türk kökenli vatandaşlarla buluşmak üzere Rotterdam’a seyahatini Almanya üzerinden kara yoluyla gerçekleştirmesine neden oldu. Nitekim bu girişim, Bakan Kaya’nın Rotterdam Başkonsolosluğu’na girişinin diplomatik teamüllere aykırı şekilde engellenmesi ve Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Kaya ile beraberindeki heyetin sınır dışı edilmesiyle sonuçlandı. Bakan seviyesinde bir diplomatik temsilcinin sınır dışı edilmesi, Türkiye ile AB ülkeleri arasındaki ilişkiler tarihinde görülmemiş bir şeydi; Hollanda özelinde ise, Osmanlı İmparatorluğu’ndan bu yana devam eden ticari, kültürel, sosyal karşılıklı ilişkiler kültürüne hiç uygun düşmedi. Bu kısa durum özetinin ardından, krizin sonuçlarını, mevcut durumu ve Türkiye-AB ilişkilerine etkilerini değerlendirmeden önce, görülmemiş bir krize yol açan siyasi dinamikleri masaya yatırmakta fayda var.
Değerler-Çıkarlar İkileminde Krizi Tetikleyen Faktörler
Güncel konjonktürde, konusu ne olursa olsun, AB çalışmaları ve uluslararası ilişkiler merkezli herhangi bir analizi, popülizm fenomenine değinmeden ortaya koymak imkânsız hale geldi. Hızla yükselen içeriği boş, radikal ve yabancı karşıtlığına dayalı popülizm hareketleri, AB ülkelerinde her geçen gün daha da karşılık bulmaya başladığı gibi, ulusal seçimlerde ciddi bir de oy potansiyeli taşıyor. Hollanda ile birlikte Almanya ve Avusturya gibi ülkelerde Türkiye’deki seçime yönelik miting ve kampanyalara izin verilmemesi böyle bir yaklaşımın sonucu. Karar alıcılar, siyasi bir saikle, popülizmden etkilenme potansiyeli yüksek seçmeni kaybetmemek amacıyla, Türkiye ile karşılıklı adı koyulmamış nezaket geleneklerini yok saymaya başladı. Ki bu durum da AB’nin değerler/çıkarlar ikileminde, ibrenin çıkarlara her zamankinden daha yakın hale geldiğini, AB değerlerinin geri plana atılmaya başladığını gösteriyor. Dolayısıyla bu durum, krize yol açan siyasi ortamı tetikleyen ikinci faktörü gün yüzüne çıkarıyor; AB ülkelerinde peşi sıra gerçekleşmekte olan seçimler.
Dışişleri Bakan Çavuşoğlu’nun Rotterdam’a uçuş izninin iptalinden kısa zaman önce, 9 Mart tarihinde Hollanda’da ve AB’de yükselen radikal muhafazakâr popülist retoriğin sembol ismi, Hollanda Özgürlük Partisi (PVV) lideri Geert Wilders Türkiye’nin Lahey’deki Büyükelçiliğinin önünde Türkiye karşıtı pankart açmış, Türkiye’ye karşı sert söylemler içeren bir basın toplantısı düzenlemişti. Bu ve bunun gibi hamleler şüphesiz ki 15 Mart’ta gerçekleşen Hollanda seçimlerine yönelik iç siyaset odaklı propaganda faaliyetleriydi. Geert Wilders gibi radikal figürlerin bu tür hamlelerinin siyaset maratonunda seçmende karşılık bulması, merkez partileri de oy peşinde radikalleşmeye itti. Hollanda Başbakanı ve merkez sağ lideri Mark Rutte’nin, NATO müttefiki, öncelikli ticaret ortağı Türkiye’ye karşı beklenmedik tutumunun arkasında da aynı dinamikler öne çıkıyor. Ki bir takım veriler, bizlere bu yaklaşımın seçimlerde karşılık bulduğunu gösteriyor. Brexit referandumu ve Donald Trump’ın ABD’deki seçim zaferi; öteki düşmanlığı ile göçmen ve Müslüman karşıtlığını kampanyasının odağına alan siyasi hareketlerin güncel yapıda Batı demokrasilerinde karşılık bulduğunun, seçim kazandırdığının öncelikli göstergeleri. Britanya merkezli The Telegraph gazetesine yansıdığı üzere seçim öncesi anketleri, Türkiye ile girilen krizin, her iki sağ partinin de parlamentoda sandalyelerini artıracağını göstermişti. Dolayısıyla önümüzdeki dönemde benzer nitelikte Türkiye karşıtı siyasi kampanyaları, seçimlerin şafağındaki Almanya ve Fransa’da da görmek şaşırtıcı olmayacak. Şimdiden Almanya ile Türkiye arasında ipler gerilmeye başladı bile.
Krizin önünü açan üçüncü dinamik ise Türkiye ile AB ülkelerinin karşılıklı olarak girdiği sert atışma ve ambargo söylemi. Karşılıklı iletişim eksikliği belki de Türkiye-AB ilişkileri tarihinde görülmediği kadar yüksekken, İKV Genel Sekreteri Doç. Dr. Çiğdem Nas’ın sıkça ifade ettiği üzere bir “sağırlar diyaloğu” ortaya çıktı. Bu sert polemik atmosferi, krizin öncesinde ve sonrasında tarafların ulusal hassasiyetlerini yeterince dikkate almayan demeçlerle her geçen gün daha da yükselen bir tansiyonun, ilişkileri yıkıcı bir yaptırım siyasetine evrilmesine sebep oldu. Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu’nun uçuş izninin iptali, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Kaya’nın Rotterdam Başkonsolosluğunda Türklerle buluşmasının engellenmesi, karşılığında ise Türk yetkili makamların ambargo öne süren demeçleri, yükselen tansiyona dayalı bu yaptırım siyasetinin sonucu.
Peki, krizin sonrasında neler yaşandı? Basit ifadeyle gerilim daha da tırmandı, diyalog kanalları daha da sarsıldı. Bunun birincil sebebi ise Hollanda yetkili makamlarının krize yol açan uygulamasına karşı Türk kökenli vatandaşların gerçekleştirdiği protestolara, Hollanda polisinin, insan hakları hukukunun orantılılık ilkesini aşan sertlikte müdahaleleriydi. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS) 11’inci maddesinde öne sürülen toplantı ve dernek kurma özgürlüğü Avrupa değerler sisteminin en kıymetli kazanımlarından biridir ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) içtihadı, ifade özgürlüğünü öne çıkaran özgürlüklere her zaman daha korumacı yaklaşır. Nitekim usul ve araçlar bakımından Hollanda polisinin müdahalesi, Rotterdam’daki Türk diplomatik temsilciliğin etrafının sarılması, Türk bakanın önünün kesilmesi bahsi geçen haklar açısından sınıfta kalan bir sınav kâğıdına dönüştü.
Devam eden süreçte Hollanda’nın Ankara Büyükelçiliği Maslahatgüzarı Daan Feddo Huisinga üç kez Türkiye Dışişleri Bakanlığına çağırıldı; Hollanda’ya iki ayrı nota verildi. En üst perdeden, AB ülkelerinde ve Hollanda özelinde yükselmekte olan Müslüman, göçmen, yabancı karşıtı ırkçı, popülist söylem çeşitli zamanlarda kınandı. Hâlihazırda Türkiye dışında izinde bulunan, Hollanda’nın Ankara Büyükelçisi’nin bir süre Türkiye’ye dönmemesi vurgusu yapıldı. Karşılıklı sert ifadelerle kriz diğer AB ülkelerine, AB kurumlarına ve NATO gibi işbirliği unsurlarına taştı. Meselenin Türkiye-AB ilişkilerine hasar verdiği muhakkak. Nitekim çözümü açık ve yerinde: karşılıklı söylemin yumuşaması; centilmenler diyaloğunun yeniden tesisi; karşılıklı hassasiyetlere azami önemin verilmesi.
Centilmenler Diyaloğunu ve Ortak Kazanımları Hatırlamak
Burada centilmenler diyaloğundan kasıt nedir? Kritik bir bölgesel ve ekonomik güç konumundaki Türkiye ile AB arasındaki ilişkiler, bir aday ülkenin AB’ye katılım müzakerelerinin çok ötesinde değere sahiptir. Yüzlerce yıl süren komşuluk, ortaklık ilişkisinin her alandaki yansımaları toplumların iç içe geçmesiyle şekillenirken her zaman tarafların centilmenler diyaloğu ve işbirliği arzusu ateşleyici güç oldu. En temelde, uluslararası hukuk öğretisinin kaynaklarını, yazılı uluslararası metinlerin yanı sıra teamüller, gelenekler ve söylemler de oluşturur. Ulusal egemenlik hakkına sahip yapılar arasında kurulan uluslararası hukukta da bu teamüller ve uygulamalar ancak o devletlerin karşılıklı güvene ve centilmenliğe dayanan iradeleriyle mümkün olabilir.
Yazılı kuralların ötesinde Hollanda yetkili makamlarının Türk bakanlara karşı uygulaması bu karşılıklı centilmenler anlaşmasını sarstı; daha önce görülmemiş, teamül dışı bir durum oluşmasına sebep oldu. Böyle bir atmosferde diyaloğunun tamiri için büyük savaşlar ve felaketler sonucu oluşan toplumsal hassasiyetleri zedelememeyi öncelik haline getirmek ve teknik düzeydeki ortak kazanımların ve işbirliklerinin önemini hatırlamak, bunları siyaset alanının parçası kılmak büyük önem taşıyor. Avrupa Komisyonunun İnsani Yardım ve Kriz Yönetiminden Sorumlu Üyesi Christos Stylianides, 27 Mart tarihindeki Türkiye temaslarına ilişkin işbirliğinden ve alınan etkin sonuçlardan memnuniyetini paylaştığı tweetinde aslında konuyu özetliyor: “Bir araya geldiğimiz zaman birlikte ortaya koyabileceğimiz güzel işlerin yüksek sesli ve açık bir sinyali…”
Ahmet Ceran, İKV Uzmanı