AB Seçim Takviminde İlk Perde: Hollanda Seçimleri
AB’de “süper seçim yılı” olarak nitelendirilen 2017, 15 Mart 2017 tarihinde Hollanda seçimleriyle start aldı. 2010 yılından bu yana başbakanlık koltuğunda oturan Mark Rutte’nin lideri olduğu Halkların Özgürlük ve Demokrasi Partisi (VVD), seçimleri ilk sırada tamamlarken, aşırı sağ görüş seçimlerde beklediğini bulamadı; ancak, AB liderlerinin derin bir nefes alması için henüz çok erken. 2016 yılından miras kalan mülteci krizi, Brexit ve Trump’ın zaferi başta olmak üzere birçok sınama, hem toplum nezdinde hem de siyasi söylemde yükselen popülizm ve AB karşıtlığıyla birleşerek, 2017 yılının da AB için zor geçeceğinin ve AB politikalarının vermesi gereken sınavlar olduğunun sinyallerini veriyor.
Uluslararası Af Örgütü, bu yıl yayımladığı “Dünyada İnsan Haklarının Durumu 2016-17” raporunda ayrıştırıcı politikalara yönelik küresel bir eğilimin olduğu tespitinde bulunmakla birlikte liderler ve politikacıların gerçek veya üretilmiş şikâyetlerini “diğerleri” üzerine atarak, korku ve kutuplaşma üzerinden siyasi gücü ele geçirmeye çalıştıklarını ortaya koyuyor. Mülteci krizinin yönetilmesi konusunda beklentileri karşılamaması nedeniyle hem kendi vatandaşları hem de uluslararası sivil toplum kuruluşları tarafından eleştirilere maruz kalan AB kurumları, 2016 yılına oldukça zor koşullarda veda etti ve 2017 yılı itibarıyla AB’nin geleceğini kurgulama konusunda çalışmalara başladı.
AB-27 Geleceği Üzerine Yoğunlaşıyor
1 Mart 2017 tarihinde, Avrupa Komisyonu tarafından yayımlanan Avrupa’nın Geleceğine Dair Beyaz Kitap, Brexit’ten sonra 27 üyeyle yoluna devam edecek olan AB için beş muhtemel gelecek sunuyor. 1957 yılında imzalanan Roma Antlaşması’nın 60’ıncı yıl kutlamaları için 25 Mart 2017 tarihinde Roma’da bir araya gelen AB liderleri, Roma Deklarasyonu’nu kabul ederek daha güçlü, daha etkili ve daha demokratik bir Birlik olma taahhüdünde bulundu. 60’ıncı yıl kutlamalarında, her zorluktan sonra daha kararlı bir şekilde küllerinden yeniden doğan bir Birliğe sahip olduklarını vurgularken, özellikle 2016 yılına damga vuran; AB’ye yönelik memnuniyetsizlik ve güvensizliğe karşı vatandaşlarının endişeleri ve zamanın değişen gereksinimlerinin bilincinde hareket edecekleri sözünü verdiler.
Avrupa’yı her zamankinden güçlü ve küresel platformda hiç olmadığı kadar etkili hale getirmeyi amaçlayan Avrupalı liderler, yaşadıkları sorunların kendileri ve 500 milyon Avrupalı için bir dönüm noktası olduğunu belirtiyor. Hiç şüphesiz ki; zorlu bir süreçten geçen AB’nin geleceği, radikal sağ söylemlerin ve sorunlara günah keçisi arama ihtiyacının gün geçtikçe daha belirgin hale geldiği ulusal ve bölgesel dinamikler aracılığıyla şekillendirilecek. Mülteci krizi, ABD seçimleri ve Brexit referandumu gibi gelişmelerin ardından AB ekonomisinin yüzde 40’ını oluşturan ülkelerdeki seçimler, yalnızca AB gündemini değil; aynı zamanda küresel gündemi de 2017 yılında meşgul edecek konuların başında geliyor.
Siyasi düzlemde sarsıcı ve AB’yi korkuya sürükleyen en büyük etkenlerden birinin, kadın ve yabancı düşmanlığının öne çıktığı ayrıştırıcı beyanlarda bulunan, yerleşik sivil özgürlükleri geriye çekeceğine ve insan haklarına zarar verebilecek politikalar getireceğine söz veren söylemine rağmen emlak milyarderi Donald Trump’ın ABD Başkanı olarak göreve gelmesi olduğu aşikâr. Kutuplaştırıcı söylemin zaferi, Avrupalı demokratik ve liberal politikacıları da politik söylemlerini yeniden gözden geçirmeye ve “öteki” algısını söylemlerine dâhil etmeye itiyor.
2016 yılında yüz binlerce mültecinin Avrupa’ya ulaşmaya çalışmasıyla derinleşen mülteci krizi, birçok sorunla karşı karşıya olan AB’nin uyguladığı politikalara yönelik memnuniyetsizliği daha da artırdı. Birçok Avrupa ülkesinin sınır kapılarını kapatarak mültecileri ülkelerine kabul etmemesi eleştirilere hedef olurken, Avrupalı liderler de mültecilerin Türkiye’de kalması ve bu konuda mali yardım yapılması konusunda Türkiye ile anlaşarak duruma hem insani hem de politik açıdan yetersiz bir çözüm bulmaya çalıştı. Bu bağlamda, kendi sorunları ile boğuşmakta olan AB vatandaşları ve politikacıları arasında göçmen karşıtlığı giderek güç kazandı ve gerçek veya üretilmiş olduğu farkı gözetilmeksizin sorunların kaynağı olarak yabancıların görülmeye başlanması, aşırı sağ politikacılara siyasi gündemi şekillendirme imkânı sundu.
Tüm bu gelişmelerin aşırı sağ söylem ekseninde şekillendiği, radikal popülizmle mücadele etmek için popülist ve milliyetçi kampanya söylemlerinin tüm siyasi partilerin liderlerini ele geçirdiği seçim dönemi ve AB’ye kısa süreli de olsa nefes aldıran seçim sonuçlarıyla Hollanda, bahsedilen küresel eğilimi birçok yönüyle tanımlıyor ve Avrupa’nın geleceği hakkında çok yönlü ipuçları sunuyor.
“Göç” ve “Güvenlik” Ekseninde Hollanda Seçimleri
2017 yılının ilk genel seçimlerine ev sahipliği yapan Hollanda, tansiyonu oldukça yüksek ve göç odaklı bir seçim dönemi geçirdi. Nüfusunun yaklaşık yüzde 30’unu göçmenlerin oluşturduğu Hollanda’da, göç konusu bir uyum sorunu olarak değil; bir güvenlik sorunu olarak ele alınarak sosyal sorunlar, ekonomik kriz gibi geleneksel seçim konularını gölgede bıraktı. Dördüncü kez seçimlere katılan aşırı sağcı Geert Wilders’in kamuoyu yoklamalarının da ortaya koyduğu üzere toplumda fazlasıyla kabul gören göçmen ve İslam karşıtlığını temel alan popülist ve ayrımcı söylemlerinin, Hollanda’nın seçim atmosferindeki itici güç olması en çok göze çarpan konulardan biri.
Seçim sürecinde öne çıkan ve Hollanda’nın gerçek sorunlarının geri planda kalmasına sebep olan önemli bir konu da göçmenlerin ve Müslümanların yaşam tarzlarının uyum değil; bir güvenlik sorunu olarak ele alınması. Kamuoyu yoklamaları, seçmenlerin Hollanda kültür ve değerlerinin tehdit altında olduğuna ve bu değerlerin sığınmacılar yüzünden aşındığına inandığını gözler önüne serdi. Bu düşünce ve kaygılar, en fazla aşırı sağ görüşlü Özgürlükler Partisi’nin (PVV) seçmeni tarafından benimsenmesine karşın Hıristiyan Demokrat Parti (CDA), VVD ve 50+ gibi partileri destekleyeler arasında da kayda değer bir kesim bu korku ve endişeleri paylaşıyor.
Geert Wilders’in seçim kampanyasının bir ayağı olarak, PVV’nin amacının “Gücü Lahey’deki siyasi elitlerden alıp halka vermek” olduğu yönündeki açıklamalarının, ABD Başkanı Donald Trump’ın seçim yarışı ve Başkanlık konuşması sırasında sarf ettiği sözlerle bire bir aynı olması, oldukça dikkat çekici. İslam, göç ve AB karşıtlığının, siyasi gücü halka vermek için gerekli olduğu algısı yaratılarak, meşru bir düzleme yerleşen Hollandalı aşırı sağ söylemlerin hem vatandaşlar hem de aralarında Başbakan Rutte’nin yer aldığı birçok politikacı tarafından, aşırılıktan arındırılmış haliyle benimsenmesi, genel seçimlerdeki bir diğer önemli noktayı oluşturuyor.
Uzmanlar, seçim döneminde Rutte’nin de rakibi Wilders gibi popülist söylemlere başvurmasını, aşırı sağ görüşlü seçmeni kazanma yönünde bir taktik olarak nitelendirmiş, hatta The New York Times, Rutte’nin “Trump’ın oyun kitabında yer alan stratejileri benimsediğini” yazmıştı. Bu anlamda, Hollandalı politikacılar üzerindeki “Trump etkisi”nin oldukça derin olduğunu ve seçim atmosferine yön veren bir değer taşıdığını söylemek mümkün. AB’yi sevindiren ve bir nebze de olsa rahatlatan sonuçların çıktığı seçimlerin ardından, aynı etkinin Hollanda’nın siyasi ve ekonomik gündeminde ne bağlamda yer alacağı ve AB’nin geleceğini ne şekilde etkileyeceğini zaman ilerledikçe daha net olarak görebileceğiz.
Aşırı Sağın Yenilgisi ve AB’nin Kaderini Belirleyecek Diğer Seçimler
AB liderlerinin aşırıcılığa karşı kazanılan net bir zafer olarak nitelendirdikleri Hollanda genel seçim sonuçları, Rutte’nin bir kez daha yüzünü güldürdü. Anket sonuçlarında Wilders’in partisi PVV ile başa baş giden ve bazı kamuoyu yoklamalarında ikinci sırada yer alan Rutte’nin partisi VVD, 15 Mart seçimlerinde yüzde 21,3’lik oy oranıyla birinci sırada gelerek, 150 sandalyeli parlamentoda 33 sandalye elde etti. Seçim döneminde “Hollanda’yı yeniden bağımsız bir ülke haline getirme” vaadinde bulunan; İslam, göç ve AB karşıtı Wilders, beklediği oy oranını alamamış dahi olsa bir önceki seçimlerde 15 olan milletvekili sayısını 20’ye çıkararak, seçimleri yüzde 13,1’lik oy oranıyla ikinci sırada tamamladı.
Nispi temsil sisteminin geçerli olduğu Hollanda’da tek partili hükümet kurulabilmesi için partinin 76 sandalyeye sahip olması gerektiğinden 15 Mart seçim sonuçları, şimdiye kadar olduğu gibi koalisyon hükümeti kurulacağını gösteriyor. Wilders, her türlü koalisyon teklifine açık olduğunu belirtmiş olmasına karşın parlamentoda temsil edilmeye hak kazanan partiler, içerisinde Wilders’in yer aldığı bir koalisyona katılmak istemediklerini ortaya koyuyor. Hükümette yer almasa bile muhalefete devam edeceğini belirten Wilders, “Rutte benden henüz kurtulamadı” açıklamasıyla sert muhalefete devam edeceğinin ve Hollanda siyasi gündemini şekillendirmeye çalışacağının sinyallerini veriyor.
12 Eylül 2012 Erken Seçimi
Katılım Oranı: Yüzde 74,6
Siyasi Parti |
Lideri |
Oy Oranı |
Milletvekili Sayısı |
VVD |
Mark Rutte |
26,6 |
41 |
PvdA |
Diederik Samsom |
24,8 |
38 |
PVV |
Geert Wilders |
10,1 |
15 |
SP |
Emile Roemer |
9,7 |
15 |
CDA |
Sybrand van H. Buma |
8,5 |
13 |
D66 |
Alexander Pechtold |
8 |
12 |
CU |
Arie Slob |
3,1 |
5 |
GL |
Jolande Sap |
2,3 |
4 |
SGP |
Kees van der Staaij |
2,1 |
3 |
PvdD |
Marianne Thieme |
1,9 |
2 |
50+ |
Henk Krol |
1,9 |
2 |
15 Mart 2017 Genel Seçimi
Katılım Oranı: Yüzde 81,9
Siyasi Parti |
Lideri |
Oy Oranı |
Milletvekili Sayısı |
VVD |
Mark Rutte |
21,3 |
33 |
PVV |
Geert Wilders |
13,1 |
20 |
CDA |
Sybrand van H. Buma |
12,4 |
19 |
D66 |
Alexander Pechtold |
12,2 |
19 |
GL |
Jesse Klaver |
9,1 |
14 |
SP |
Emile Roemer |
9,1 |
14 |
PvdA |
Lodewijk Asscher |
5,7 |
9 |
CU |
Gert-Jan Segers |
3,4 |
5 |
PvdD |
Marianne Thieme |
3,2 |
5 |
50+ |
Henk Krol |
3,1 |
4 |
SGP |
Kees van der Staaij |
2,1 |
3 |
DENK |
Tunahan Kuzu |
2,1 |
3 |
FvD |
Thierry Baudet |
1,8 |
2 |
Kaynak: Kiesraad
Kritik seçim takviminde Hollanda’daki sınavını başarıyla veren AB-27, önümüzdeki seçim sonuçları sayesinde vatandaşlarının radikal söylemlere verdiği tepkiyi ölçerek somut veriler çerçevesinde geleceğini şekillendirme çalışmalarını daha verimli ve etkili bir şekilde sürdürecek. Hollanda seçim sonuçlarıyla rahat bir nefes alan AB liderleri, şimdi tüm dikkatlerini Fransa’ya yöneltmiş durumdalar. İlk turu 23 Nisan, ikinci turu ise 7 Mayıs 2017 tarihinde gerçekleşecek Fransa cumhurbaşkanlığı seçimleri de Marine Le Pen’in temsil ettiği aşırı sağ ve AB karşıtı söylemlerin ne kadar destek alacağını göstereceği için AB genelinde merakla ve biraz da endişeyle bekleniyor. Fransa’dan sonra ise sırada Almanya var. 24 Eylül’de genel seçime gidecek Almanya da AB’nin geçmesi gereken bir sonraki sınav olmakla birlikte, 26 Mart’ta Saarland eyaletinde düzenlenen Eyalet Meclisi seçimlerinde Başbakan Angela Merkel’in partisi Hıristiyan Demokrat Birliği’nin (CDU) belirgin bir farkla birinci olması, olumlu bir haber olarak değerlendiriliyor.
Küllerinden doğma ve eskisinden de güçlü ve bütünleşmiş olma arzusunda olan AB-27, yükselen popülist ve kutuplaştırıcı söylemlere karşı kazanılan Hollanda zaferini, Fransa ve Almanya’da da devam ettirebilirse, Brexit sonrası dönemde izleyeceği rotayı da daha gerçekçi ve somut hale getirmeye başlayabilir. Bununla birlikte AB liderlerinin, iktidara gelmeseler dahi radikal ve ayrımcı söylemlerin önemli AB ülkelerinde güç kazandığı gerçeğini göz ardı etmemesi gerekiyor. Yürütülecek sert muhalefetin şu anda olduğu gibi gelecekte de AB karşıtlığının toplumda daha fazla yer edinmesine ve sosyal sınıflar arası kutuplaşmaya yol açabileceği, politik gündemi de ayrımcı söylemler çerçevesinde şekillendirebileceği göz ardı edilmemeli.
Selvi Eren, İKV Uzman Yardımcısı