Dönemin “Kyoto Lideri” AB, Yeni İklim Rejiminin Liderliğini Üstlenebilecek mi?
G7 Zirvesi ve Bonn’da 18 Mayıs'a kadar süren iklim değişikliğine yönelik müzakerelerde en merak edilen konu ABD Başkanı Trump’ın Paris Anlaşması’ndan çekilip çekilmeyeceği sorusuydu. Nitekim 1 Haziran 2017 tarihinde Trump, küresel fosil yakıt yakmada karbondioksit oranı yüzde 15 olan ABD’nin Paris Anlaşması’ndan çekileceklerini açıkladı. Beyaz Saray önünde yapılan basın açıklamasında ülkesinin kasım ayından itibaren ekonomide iyileşme kaydettiğini vurgulayan Trump, anlaşma dahilinde kalınmasıyla ekonomik büyümenin yavaşlayacağını ve pek çok sektörde istihdam oranlarının düşebileceğini belirtti. ABD’nin müzakerelerden ayrılması, küresel iklim değişikliği ile mücadeleyi tam anlamıyla başıboş bırakmıyor. Aslında liderlik arayışında giderek artan bir rekabetten söz etmek mümkün. Ancak bu karar gerek ABD gerekse gelecek dönemler için geriye atılmış bir adım olarak yorumlanmalıdır.
45 Yıllık BM Müzakerelerinde AB’nin Konumu
Küresel iklim değişikliği ile mücadele çalışmaları genel hatlarıyla BM nezdinde yapılan müzakereler çerçevesinde yürütülüyor. 45 yıldır süren iklim değişikliği müzakereleri sürecinde taraflar, Paris Anlaşması öncesinde, iki taahhüt dönemini içeren Kyoto Protokolü’ne alışık bir sistem üzerinden politikalarını yürütmekteydi. Kyoto Protokolü 2020 yılında sona erecek ve protokolün yerine geçecek Paris Anlaşması ise yeni bir rejimi getiriyor.
AB’nin uluslararası çevre anlaşmalarına katkısı ve anlaşmalar üzerindeki aktif rolü, 1972 yılında Stockholm’de gerçekleştirilen İnsan ve Çevre Konferansı ile başlamıştı. O dönemki konferans ortamı AB için kendi içinde iklim değişikliğine ve çevre koruma konularına yönelik yeni kuralların oluşturulmasına ve aynı zamanda ortak politikalar üretilmesine olanak sağlamıştı. Hatta Kyoto Protokolü’nün ilk yükümlülük dönemi için verilen yüzde 8’lik azaltım taahhütü üzerine AB o zamanlar “Kyoto lideri” olarak anılmıştı.
Hatırlanması gereken bir başka nokta olarak, Lizbon Anlaşması’nın 47’nci Maddesi, AB’ye uluslararası anlaşmaları müzakere etme ve sonuçlandırma yetkisi tanıyor. Bu madde, çeşitli konularda olduğu gibi BM’nin iklim değişikliği müzakerelerinde de önde yer alması için AB’ye önemli bir seçenek sunmuştur.
AB’nin müzakerelerdeki konumuna kısaca bakarsak, Kyoto Protokolü’nün kabul edilmesinde oldukça net bir liderlik örneğinin sergilendiğini görmek mümkün. Hatırlanacağı üzere; ABD, Çin ve Kanada gibi en büyük emisyon üreticisi konumundaki tarafların, protokolün ikinci taahhüt dönemi olan 2013-2020 için her hangi bir hedef takvimi sunmaması, AB’yi iklim müzakerelerinde liderlik seviyesinde tutmaya yetmişti. Ancak 7-18 Kasım 2009 tarihlerinde Kopenhag’ta gerçekleştirilen BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi 15’inci Taraflar Konferansı (COP 15) sırasında, küresel bir iklim anlaşması üzerinde ülkelerin uzlaşamamasından büyük bir oranda AB sorumlu tutulmuştu. 2008 yılında başlayan mali ve ekonomik kriz, AB’nin iç sorunlarını tetiklemiş ve ister istemez Birliğin kendi politikalarına yönelmesine neden olmuştu.
AB’nin üzerindeki bu uluslararası baskının arkasında konunun AB için fazlaca siyasileştirilmiş olduğunu gerçeği dönemin hemen hemen tüm makalelerinde yerini alıyordu. Konunun siyasileşmesiyle birlikte, müzakerelerde farklı pozisyonlardaki taraflar da AB üzerindeki baskılarını artırmıştı. Bu baskı neticesinde de AB’nin müzakerelerdeki etkin rolü kısıtlanmıştı.
Günümüzdeki iklim değişikliği ile mücadelede sergilenen müzakere ortamına baktığımızda, Obama hükümetinin özellikle Paris Anlaşması’nın müzakere sürecinde oldukça etkili olduğunu ve hatta bazı maddelerin kabul edilmesinde söz sahibi olduğunu belirtebiliriz. İklim değişikliği müzakerelerinin yeni lideri ABD oluyor derken, anlaşma metninin ABD tarafından kabul edilmemesiyle AB, yarışta öne geçme gayretine girecektir.
Yeni Dönemde AB-Çin Yakınlaşması
ABD’nin anlaşmadan çekilme kararı sırasında, Brüksel’de 1-2 Haziran 2017 tarihleri arasında gerçekleştirilen 19’uncu AB-Çin Zirvesi daha da önemli bir hal aldı. İki taraf, zirve sonunda imzaladıkları ortak metinde, Paris Anlaşması’na bağlılıklarını ortaya koyduklarını ve iklim değişikliği ile mücadelede ve temiz enerjiye geçiş sürecinde ileriye dönük iş birliği sözü verdiklerini bildirdi. Her iki taraf anlaşmayı istihdam, ekonomik büyüme ve yatırımlar için bir fırsat olarak gördüklerini ve tüm paydaşlar ile ortak çalışmaya hazır olduklarını beyan etti. Küresel emisyonlarda ilk üçte yer alan AB ve Çin tarafından yapılan bu tür ortak bir açıklama, küresel iklim değişikliği ile mücadelenin devam ettiğinin açık bir göstergesiydi.
Ancak bütün umutları AB ve Çin üzerinde aramak da yanlış olur. Nitekim 197 ülkenin imzası ve 147 ülkenin onayını almış bir anlaşmadan söz ediyoruz. AB, kendi içinde düşük karbonlu ekonomi modeline geçişte ve temiz enerji teknolojileri ile inovasyon çalışmalarında kuvvetli olan üye ülkeleri barındıran, 500 milyonluk nüfusu ile en büyük tek pazar ve dünyanın da en büyük ticaret bloğu. Diğer taraflardan biri olan Çin, temiz teknolojiye yatırımı ile dikkat çekiyor. Ancak AB’nin pazar denetleyicisi konumundaki sistemi RAPEX (The Rapid Alert System for Non-Food Dangerous Products) raporlarına göre, AB pazarında çevreye duyarlı olmayan ve kimyasal madde taşıyan ürünlerin büyük oranda Çin menşeli olduğunu da görüyoruz. Son zamanlarda BM müzakerelerinde sesi duyulan ülkelerden bir diğeri olan Meksika’nın ulusal politikalarını da incelemekte fayda var. Aynı şekilde Kanada, Avusturalya, Hindistan gibi emisyon üreticilerinin de hala anlaşma dahilinde olduğunu unutmamak gerekir.
Obama hükümeti tarafından kabul edilen ABD’nin anlaşma için sunduğu uzun vadeli hedefte, 2025 yılına kadar 2005 yılına kıyasla emisyonlarda yüzde 26 ila 28 oranında azaltım öngörülüyor. Çin, bu yıl ulusal karbon pazarını uygulayacağını ve 2030 yılına kadar emisyonlarını yüzde 60 azaltacağını açıkladı. AB, 2030 gündeminde düşük karbonlu ekonomiyi destekleyici ek tedbirleri tüm sektörlerde uygulamaya başlamakla beraber, 1990 yılına kıyasla yüzde 40 oranında azaltım olacağını tekrarlıyor. Brexit süreci öncesi Birleşik Krallık’ın ise tek başına 2050 yılına kadar 1990 yılına kıyasla emisyonlarda en az yüzde 80 oranında azaltım hedefi bulunuyor.
Öte yandan, ABD içerisinde Trump hükümetine rağmen, temiz enerjiye dayalı istihdam oranları güçlü bir zemine sahip. ABD Enerji Bakanlığı’nın bu yılın başında çıkardığı Ulusal Enerji ve İstihdam Raporu’na göre, ABD’de güneş enerjisi sektöründe çalışan kişi sayısı 374 bin üzerinde. Bu sayının 152 bini sadece Kaliforniya eyaletine ait. Ülkede enerji verimliliği ile ilgili çalışan kişi sayısı yine Kaliforniya’da 300 binin üzerinde. Teksas ise rüzgâr enerjisinde ülkenin birincisi ve 24 binin üzerinde istihdama sahip.
Paris Anlaşması’nın bu yüzyılın sonuna kadar küresel emisyonların 2 derece hatta 1,5 derece ile sınırlandırılmasını ve temiz enerjiye geçilmesini öngören önemli bir süreci başlatmasıyla beraber, 197 ülkenin imzasını ve 147 ülkenin onayını taşıyan küresel bir amaca hizmet eden ortak bir değer olduğu hatırlanmalıdır. Paris Anlaşması’nın 28’inci Maddesi uyarınca, bir ülkenin anlaşmadan çekilmesi için 3 yıllık bir sürenin ve bu sürecin ardından 1 yıl içinde de bu kararın açıklanma süresinin olduğu ayrıca dikkate alınmalı. Bu süre içinde diğer tüm ülkelerin Paris Anlaşması’nın uygulanmasını destekleyici tavır sergilemesi ve anlaşma için sundukları ulusal beyanlarına sadık kalması, küresel amaca bağlılık için oldukça önemli.
AB’nin liderliği konusunda son olarak Christopher Hill’in 1997 yılında uluslararası literatüre şöyle bir yorum kattığını ekleyelim: “AB’nin aktörlüğü, hem birlik içi kapasite hem de uluslararası camiadan gelen talepler arasındaki uyumlu dengeden geçmektedir.” AB’nin, ülkeler ve iklim değişikliği ile mücadeleyi destekleyen kurumlar arasında bir köprü görevini yeniden üstlenebilmesi, Çin ile kurduğu ortaklıkla mı başlayacak hep birlikte göreceğiz.
İlge Kıvılcım, İKV Uzmanı