Suriye’deki Vekâlet Savaşlarında Son Perde: İdlib
4 Eylül’de haber ajanslarına düştüğü üzere Rusya, 22 günlük sessizliğin ardından Suriye’de İdlib bölgesindeki 16 ayrı noktaya hava harekâtıyla ses getirici bir gövde gösterisinde bulundu. Bu hamle, sürecin devamı dikkate alındığında, küresel sistemin en karmaşık ve tehlikeli satranç tahtasında, basit bir piyon hareketinden fazlası değildi. Rusya’nın hava harekâtı, Tahran’da Türkiye, Rusya ve İran liderlerini bir araya getiren, Suriye’de çatışmaların geleceğinin tayini için masaya oturulan 7 Eylül tarihli üçlü zirveden çok kısa zaman önce gerçekleşmişti. Bölgede hâkimiyet ve varlık mücadelesinin parçası tüm unsurların azami dikkatle beklediği üçlü zirve öncesi düzenlenen saldırı, zirvenin tonunun da hiç yumuşak olmayacağı yönünde açık ipuçları taşıyordu hakeza öyle de oldu.
Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ve İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani, Suriye’de muhalif unsurların başat aktör konumunda olduğu son bölgeye, İdlib’e sert müdahalenin meşru zeminini tüm dünyanın gözleri önünde hazırlamaya çalışırken, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan silahsız ve diplomatik çözüm çağrısını en açık haliyle dile getirdi. İdlib, güncel tabloda Suriye iç savaşının kazananlarını, kaybedenlerini ve dolayısıyla bölge siyasetinin geleceğini tayin edecek son kritik alan. Bilindiği üzere, Astana görüşmelerinin öncelikli bir mutabakatı olarak, İdlib çatışmasızlık bölgesine dönüştürülmüştü. Bunun sonucunda ise yerinden edilen Suriye vatandaşlarıyla birlikte, Rusya ve İran destekli rejim güçlerine karşı güç kaybeden muhalif unsurlar bu bölgeye sürülmüştü. Bir aşamada, çatışmaların İdlib’de düğümleneceği tahmin edilmekle birlikte, oradaki siyasi ve askeri kriz kısa süreliğine buzdolabına atılmıştı. 7 Eylül 2018 tarihinde Rusya Devlet Başkanı Putin ve İran Cumhurbaşkanı Ruhani, buzdolabını açtı, olabilecek en net tavırla dünya gündemine İdlib bombasını bıraktı.
7 Eylül tarihli zirvede Rusya ve İran, Astana görüşmelerinde mutabık kalınan çatışmasızlık bölgesinin terörle mücadele operasyonlarını kapsamadığı ve bölgenin terörist gruplardan arındırılması gerektiği iddiasıyla İdlib’e olası bir operasyonunun zeminini hazırlamaya çalıştı. Nitekim açıklamaların ve eylemlerin tonu, beklenen hamlenin kesinlikle nokta operasyon olmayacağı ve İdlib’e rejim güçleriyle birlikte topyekûn müdahalenin söz konusu olabileceğini gösteriyor. Böylesi bir müdahale, 3 milyonun üzerinde nüfuslu bölgeden devasa insan hareketliliğinin ve silahlı çatışmaların fitilini ateşleyecek. Dolayısıyla Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın uluslararası basına da yansıyan diplomatik ve barışçıl çözüm çağrısı, temelde yüksek yoğunluklu rejim güçleri, Rusya, İran müdahalesinin başlatılmaması, İdlib’in çatışmasızlık bölgesi statüsünün Astana ruhuna uygun şekilde devam ettirilmesi mesajlarını içeriyor. Türk tarafı, nokta operasyonlarla, İdlib’deki terörist unsurların temizlenebileceği görüşünde. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu yaklaşımı ve çağrısı, transatlantik ittifakın tarafları ve BM sisteminin politika yapıcıları tarafından da destekleniyor. Fakat ateşkes çağrısı, güçlü bir çarpan etkisiyle ulusal çıkarlarını perçinleme niyetindeki Rusya ve İran cephelerinde henüz yeterince yankı bulmuş değil.
İdlib’de Çıkarlar ve Taraflar
Tarafların bölgedeki çıkarlarına değinmeden önce, bölgenin kendisine, İdlib’e değinmek gerekir. İdlib halihazırda çok katmanlı ve çok aktörlü bir siyasi yapı. Suriye iç savaşından etkilenen tüm bölgelerden göç alan İdlib, rejim güçleriyle çatışmış muhalif unsurların son sığınağı. Bu unsurları bir yandan ılımlı gruplar oluştururken; IŞİD, El Nusra ve El Kaide bağlantılı terörist grupların da İdlib’de geniş nüfuz sahibi olduğu biliniyor. Örneğin, Türkiye’nin de terör listesine aldığı, El Nusra’nın uzantısı kabul edilen Heyet Tahrir Şam’ın bölgede %60’lara varan hâkimiyetinin söz konusu olduğu ifade ediliyor. Bu radikal ve terörist unsurların birbirleri arasında da çokça geçişler yaşandığı, özellikle de IŞİD üyelerinin daha ılımlı grupları hücrelenmek için kullandığı da dile getiriliyor. Böylesi karışık bir yapıda, operasyonun boyutu fark etmeksizin, terörist grupların belirlenmesindeki zorluk dikkat çekiyor. Tam olarak bu noktada, Türkiye’nin İdlib çevresinde oluşturduğu 12 gözlem noktası azami önem taşıyor, Türkiye’ye fazlasıyla kritik bir rol biçiyor. İdlib’de terörist ve ılımlı unsurların yanı sıra, çok büyük bir yerinden edilmiş insan kitlesi de söz konusu. Dolayısıyla bölgeye yapılacak olası bir açık müdahale, 800.000’e yakın kişinin Türkiye ve AB ülkelerine doğru göçü anlamına geliyor. Türkiye, hem olası bir göç dalgasından en fazla etkilenecek ülke olduğu için hem de İdlib’deki ılımlı unsurlarla iletişim kanallarını açık tuttuğu için Rusya, İran ve batı ittifakı açısından hamleleri merakla beklenen bir aktör konumuna geldi. Son dönem siyasi ve askeri hamlelerle birlikte, 7 Eylül tarihli zirvenin ardından Türkiye’nin bölge siyasetinin tayin edileceği masaya tekrardan oturduğu görüşleri gün yüzüne çıktı.
Güncel senaryoda kuşkusuz masadaki en etkili aktör olarak Rusya dikkat çekiyor. Hem bölgedeki kendi kara ve deniz üslerinin güvenliğini garantiye almak, hem o coğrafyadaki varlığını perçinlemek hem de etkisi dışındaki grupların gücünü sınırlandırmak adına İdlib’in rejim güçlerine geçmesinin çıkarları yönünde olduğunu değerlendiriyor. Böylesi bir hamle, küresel sistemde Batı ittifakına da Rusya’nın güçlü bir mesajı olacaktır. Son dönemde Rusya ve Çin, bu tür gövde gösterilerine sıkça başvuruyor. Rusya’nın en doğusunda, Rusya ve Çin silahlı kuvvetleri tarafından 300 bin askerle icra edilen; Rusya tarihinde son 40 yılın en büyük savaş oyunu Vostok 2018 tatbikatının aynı döneme denk gelmesi de benzer mesajlar taşıyor. İran’ın operasyon yönündeki yüksek motivasyonu da benzer gerekçelere dayanıyor. Bölgede devam eden vekâlet savaşlarında desteklediği grupların gücünü sürdürmesi, İdlib’de hücrelenen ve varlığını sürdüren kendisine muhalif tüm grupların ortadan kaldırılması şüphesiz ki Suriye’nin de ötesinde tüm Orta Doğu coğrafyasındaki etki gücünü geliştirecek. Bunun yanı sıra İran, bölgede Suriye rejiminin varlığını korumasını ve geliştirmesini, kendi güvenliği açısından da olumlu buluyor. Özellikle de bölgenin kaderini tayin edecek aktörlerin ABD ve İsrail olmasının engellenmesi, bu aktörlerin etki gücünün sınırlı kalmasına yol açacak adımların desteklenmesi, İran’ın her zaman için gündeminde. Son olarak, bölgenin restorasyonundaki inşaat ve altyapı projeleri ve buradan doğması muhtemel ekonomik çıkarlar da İran için cezbedici bir itici güç.
İdlib’e olası bir operasyonun arkasındaki temel güçler konumundaki Rusya ve İran’ın çıkarları ve hesapları, anlaşıldığı üzere Suriye’nin geleceği tayin edilirken önemli ölçüde belirleyici olacak. Nitekim uzun yıllar sonra ilk defa ABD, böylesi bir hesaplaşmada karar verici konumda değil. İdlib, küresel sistemin geçirmekte olduğu dönüşümleri, kutupları, dengeleri ve bu aktörlerin motivasyonlarını anlamak açısından çok net bir laboratuvar. ABD, İdlib ve çevresinde fiziki varlığının sınırlı olması, kendi iç politika dinamikleri, muharebe doktrinlerinde değişimler gibi sebeplerle, Suriye’de kendi varlığını; destekliyor, eğitiyor ve donatıyor olduğu Kürt gruplarla tanımlıyor, belli bir bölgeyi konsolide etmeyi önceliklendiriyor. Bir bakıma ABD de bölgede kendi vekâlet oyununu oynuyor. Özellikle Fırat’ın doğusunda nüfuzunu sürdüren ABD için İdlib bölgesi birincil öncelikte değil.
Nitekim hem Fırat’ın doğusunda hem İdlib’de, güç sahibi aktörlerle dengeli etkileşim yürütmek durumundaki yegâne ülke Türkiye. Türkiye için satranç tahtası, belki de diğer bölgesel güçler için olmadığı kadar çok boyutlu ve karmaşık. İdlib’e yönelik olası büyük çaplı askeri müdahalelerden en fazla oranda etkilenecek ülkelerden biri şüphesiz Türkiye. Cumhurbaşkanı Erdoğan üçlü zirvede bu durumu net biçimde ortaya koydu; Türkiye’nin 3,5 milyon daha misafiri ağırlamaya gücü ve imkânı olmadığını açıkça dile getirdi. Dolayısıyla Türkiye’nin güç oyunlarındaki temel stratejisi, göçe sebebiyet vermeyecek nokta operasyonlarla terörist grupların ortadan kaldırıldığı, kendi desteklediği ÖSO unsurlarının ve diğer ılımlı grupların bölgede güçlendirildiği bir senaryoyu gerçekleştirmek. Türkiye, İdlib’e doğrudan bir topyekûn müdahaleyi desteklemiyor. Dolayısıyla önümüzdeki dönemde yoğun bir diplomasi seyri bekleniyor. Türk yetkili makamların Rusya Devlet Başkanı Putin, Almanya Başbakanı Merkel ile ikili temaslarda bulunması, 25 Eylül 2018 tarihli BM Genel Kurulu’nda da konuyu en yüksek perdeden gündeme taşıması gündemde. Beklenen göç dalgası ile ilgili olarak ise, Türkiye’nin atması muhtemel adım olarak, Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı harekâtlarıyla temizlenen ve hâkimiyet kazanılan bölgelerde tampon bölgeler oluşturulması; yerinden edilen Suriyelilerin o bölgelere yerleştirilmesi sesli şekilde konuşulmaya başladı. Bu noktada Türkiye ile AB’nin işbirliği, karşılıklı desteği büyük önem taşıyor. Neticede göç yönetimi, Türkiye-AB işbirliğinin en verimli meyvelerini verdiği alan. Türkiye’nin bölgeye ilişkin bir diğer hassasiyeti, Fırat’ın doğusundaki PYD, PKK varlığı. Bölgede artmakta olan nüfuzu, elindeki diplomasi kartları ve ulusal güvenlik çekinceleri, Türkiye’nin kendi Suriye politikasını belirleyen faktörler olmaya devam edecek gibi duruyor. Bu politikaların diğer aktörlere en verimli şekilde yansıtılabilmesi açısından 14 Eylül tarihinde danışmanlar düzeyinde hazırlık çalışmalarına başlanan Türkiye, Rusya, Almanya, Fransa dörtlü zirvesi de fazlasıyla önemli. Öngörülen politikaların reelpolitik ile ne kadar örtüşebileceğini ise gelecek günler gösterecek.
Ahmet Ceran, İKV Uzmanı