AB GÜNDEMİ: Salzburg Zirvesi: Yeni Bir Hayal Kırıklığı mı?
Salzburg Zirvesi: Yeni Bir Hayal Kırıklığı mı?
Yüksek beklentilerle başlayan Salzburg Zirvesi, AB Konseyi Dönem Başkanı Avusturya Başbakanı Sebastian Kurz ev sahipliğinde 20-21 Eylül 2018 tarihlerinde gerçekleşti. Salzburg Gayrıresmi Zirvesi, AB liderlerini üye ülke liderleriyle bir araya getirerek; entegrasyonun geleceğini şekillendirecek üç konuda somut adımlar atılmasını amaçlıyordu. 2015 mülteci krizinden bu yana oldukça etkili bir şekilde üye ülkelerin iç politikasını şekillendiren göç yönetimi, görüşmelerdeki ana başlıklardan ilki olurken; Zirve’nin bu anlamdaki tek katkısı göç yanlısı cepheyle göç karşıtı liderlerin birbirlerini ikna edemeden fikirlerini paylaştıkları bir platform oluşturmaktı. “Koruyan Avrupa” sloganıyla dönem başkanlığını yürüten Avusturya’nın düzenlediği Zirve’deki ikinci ana başlık bekleneceği üzere güvenlikti. Üçüncü ana başlık ise 2016’nın haziran ayından bu yana AB’nin birincil öncelikli gündeminde yer alan Brexit olurken; sürecin arap saçına dönüştüğü bir kez daha gözler önüne serildi.
Mozart’ın doğduğu şehir olan ve her yıl milyonlarca insanın operalara akın ettiği Salzburg, bu sefer de Avrupa’nın en genç lideri Sebastian Kurz’un şefliğinde politik bir etkinliğe sahne oldu. Belki de Salzburg Zirvesi hakkında fikir birliğine varılan tek konu, Avusturya Halk Partisi (ÖVP) lideri Sebastian Kurz’un kendisini ön plana çıkarmayı çok iyi bildiğiydi. 19 Eylül akşamı görkemli Salzburg Opera Binası’nda üye ülke ve AB liderlerini karşılayan Kurz, aylardır her detayını düşünerek hazırladığı Zirve’nin tartışmasız tek kazananı olabilir. Mozart’ın 18’inci yüzyılda konser verdiği salonda gerçekleşen tartışmaların fonunda yer alan klasik müzik ve ihtişam temasının, liderleri bir araya getiren ve diyalog ortamı oluşturan Avusturya imajını perçinlediği bir gerçek. Kurz’un büyük bir incelikle tasarladığı bu sonuç, aynı zamanda muhafazakâr liderin genç yaşına rağmen politikada kazandığı başarının sebebi hakkında da önemli ipuçları sunuyor.
Brexit’te Yeni Çıkmaz Sokak: Kişilerin Serbest Dolaşımı
Kurz’un istediğini elde ettiği Zirve’nin tartışmasız en büyük yıkımını Birleşik Krallık Başbakanı Theresa May yaşadı. May’in Brexit sürecini David Cameron’dan devralırken kendisini nasıl bir karmaşanın içine soktuğundan haberi var mıydı bilinmez ama kararsızlıklarla dolu bu sürecin en arada kalan ismi olduğuna şüphe yok. Temmuz ayında ilk olarak Brexit Bakanı David Davis’in, ardından da Dışişleri Bakanı Boris Johnson’ın Theresa May’in Brexit planını fazla “yumuşak” bularak istifa etmesi İngiliz Başbakanın sadece AB kanadında değil; iç politikada da birçok kişiyi memnun edemediğini ortaya koydu. Kendisine iki bakana mal olan Chequers Planı, AB tarafından Tek Pazar’ın bütünlüğüne aykırı olarak yorumlandı.
Malların serbest dolaşımının devam etmesini öngören, ancak kişilerin ve hizmetlerin serbest dolaşımını ortadan kaldıran yol haritası Birleşik Krallık’ın “a la carte Brexit” olarak algılandı ve May’i oldukça hazırlıksız yakaladı. Nitekim kitabına uygun bir şekilde hareket etmeye özen gösteren AB için zaman giderek azalıyor ve AB liderleri Brexit’i öngörülen sürede tamamlamak istiyor. Bu nedenle ekimde yapılacak AB Zirvesi öncesi Brexit konusunda bir karara varılması telaşında olan AB liderlerinin sunulacak herhangi bir planı kabul edeceğini düşünen May, 6 Temmuz günü sunduğu yol haritası konusunda oldukça özgüvenliydi.
Birliğe üye olduğu 1973 yılından bu yana “opt-out” üye olarak kalmayı tercih ederek, entegrasyon aşamalarına dâhil olmayan Birleşik Krallık, AB’den ayrılırken de kendi formülünü uygulamak istiyor gibi görünüyor. Brexit’in temel sebeplerinden birinin özellikle Doğu Avrupa’dan gelen göçmen akışını kesmek olduğu düşünüldüğünde varılacak uzlaşının kişilerin ve hizmetlerin serbest dolaşımına izin vermemesi Birleşik Krallık için oldukça mantıklı. Ancak bu konuda “ya hep ya hiç” prensibi, Birleşik Krallık’ın çıkarlarına pek uymuyor. Nitekim “hard Brexit” adı verilen AB ile herhangi ticari, ekonomik veya sosyal bir entegrasyon içinde olunmamasını savunan tarafta yer alanların azınlıkta kalmasıyla “soft Brexit” yol haritalarının içeriği şekillenmeye başladı. AB ile ticari ilişkileri devam etmeyi öngören “soft Brexit”in bir türevi olan Chequers Planı, Birleşik Krallık’ın entegrasyonun artılarından faydalandığı ancak sorumluluk almadığı bir senaryo. Şu bir gerçek ki birçok üye ülke kendi seçtiği bir “a la carte” modele evet demeye hazır. Bu nedenle Brexit müzakerelerinde AB, her ne kadar süreci Lizbon Antlaşması’nda öngörülen zaman içerisinde gerçekleştirmek istese de Birlik’ten ayrılan bir üyenin her istediğini elde etmesine izin veremez.
Bu bağlamda May, kartlarını oldukça yanlış oynamış gibi görünüyor. Sonrasında uzlaşıya varılmamasını kötü bir uzlaşıya tercih edeceğini belirterek, alt perdeden AB liderlerini tehdit eden Birleşik Krallık Başbakanı’nın bu hamlesi de karşı tarafta fazla etkili olamadı. İç politikadaki karşıt fikirlere rağmen Theresa May’in AB’yi mat edeceğinden emin olduğu Brexit planının, hiç kimse tarafından kabul görmeyerek, muhafazakâr Başbakanı hem kişisel hem de politik bir lider olarak oldukça güç bir durumda bıraktığına şüphe yok. Bu anlamda davranış analistleri, ilerleyen Brexit sürecinde giderek yalnızlaşan Theresa May’in sarsılan egosu ve politik çaresizliğinin duruşuna ve konuşma tarzına doğrudan yansıdığına dikkat çekiyor.
Kurz’un Güvenlik Odaklı Göç Yönetimi
En büyük çatışma konusu göç yönetiminin mültecileri dışarda tutma taraftarı Kurz’un ev sahipliğinde gerçekleşen bir Zirve’nin ana başlığı olması birçok açıdan ironik. Ancak stratejik olarak bakıldığında göç karşıtlarının evinde oynadığı bir maç organize eden Sebastian Kurz, tartışmaları kendi fikri çerçevesinde şekillendirmek için başarılı bir adım attı. Liderlerin göç yönetimi konusunda yanlış şeyi tartıştıklarını dile getiren Kurz, ülkeler arası göçmen kotalarının nasıl düzenleneceğine değil dış sınırları nasıl daha fazla güçlendireceklerine odaklanmaları gerektiğine dikkat çekti. Bu kapsamda “Koruyan Avrupa” sloganının “içeridekileri” dışardan gelecek her türlü tehdide karşı korumak anlamına geldiğini ve bu dış tehditlerin içerisinde göçmenlerin de yer aldığını ortaya koymuş oldu.
İtalyan İçişleri Bakanı Salvini’nin ateşini körüklediği göçmen kotası tartışmalarında tarafını belli eden liderlerin arasına katılan Kurz, göç yanlısı Almanya-Fransa dinamosunun kararlarıyla şekillenecek bir göç politikası istemiyor. Bu konuda hiç de yalnız olmayan Kurz, Birliğin gelen göçmenleri nasıl paylaşacağını değil sınırlarını nasıl korunması gerektiğini vurgulayarak, tartışmalara yön vermeye çalışıyor. Bu bağlamda haziran ayında gerçekleşen AB Zirvesi’nde göç konusunda mutabakata varılan tek konu olan üçüncü ülkelerde kurulacak mülteci kampları konusunda adım atan Kurz, Mısır Cumhurbaşkanı General Abdel Fattah el-Sisi ile görüşmeler yaptığını belirtti. Aynı şekilde Salzburg sonrası Frontex’in (AB Üye Devletlerinin Dış Sınırlarının Yönetimi için Operasyonel İşbirliği Ajansı) güçlendirilmesi konusunda kararlı olunduğunu vurgulayan Tusk ve Juncker’in açıklamaları, güvenlik odaklı göç yönetiminin adım adım yerleştiğine işaret ediyor.
Libya ve Mısır gibi üçüncü ülkelerdeki mülteci kamplarının insan haklarını hiçe sayacağına dair uyarlarılar yapan BM Mülteciler Yüksek Komiserliği (UNHCR), güvenliği merkez alan bir göç yönetiminin AB’nin temel değerleriyle çelişeceğini otaya koyuyor. Bu bağlamda göçmenlerin gelmeye devam edeceği bu nedenle de bunu yönetmenin en etkili yollarının aranması gerektiğini savunan taraf, göçmenlerin Birlik sınırlarına girmesini engellemeye odaklanan tarafla mücadele ediyor. Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, yaptığı konuşmada “işine geldiğinde AB’yi seven, ancak konu göçmen krizinde sorumluluk almaya gelince AB’yi sevmeyen” üyeleri eleştirerek, Birliğin “istediğini seçebildiğin bir menü olmadığını” dile getirdi. Ancak göç karşıtı cephenin eleştirilerden etkilenmesi pek söz konusu değil; zira iç politikadaki başarılarının büyük bir kısmını göçmenlerin gelmesini engelleme vaatlerine borçlular.
Beklentilerin bir kez daha hayal kırıklığıyla sonuçlandığı Salzburg Gayriresmî Zirvesi, üye ülkelerin Brexit ve göç yönetimi konusunda yerinde saydıklarını göstermiş oldu. Gün geçtikçe yapılan görüşmelerin sayısı artarken ve liderler sürekli olarak aynı konuları tartışırken; çözüme bir adım bile yaklaşılmaması arafta kalan bir Birliği gözler önüne seriyor. Her ne kadar Avusturya Başbakanı Sebastian Kurz için bir başarı olsa da Salzburg Zirvesi geleceğini arayan AB için bir dönüm noktası olmaya yaklaşamadı bile. Bu nedenle ekim ayındaki AB Zirvesi’ne kadar göç, Brexit ve güvenlik konularında somut adımlar atmayı vaat eden liderlerin inandırıcılığını tamamen kaybetmemeleri için son bir şansları kalmış olabilir.
Selvi Eren, İKV Uzman Yardımcısı