TÜRKİYE-AB GÜNDEMİ:Vize Serbestliği Meselesi Neydi, Ne Oldu?
Vize Serbestliği Meselesi Neydi, Ne Oldu?
Üyelik hedefinden geri durmadan; AB’nin kurumsal, hukuki ve ekonomik standartlarını kabul etme eğilimindeki bir ülkenin hem toplumsal hem de siyasal düzeyde AB’den etkilendiğini, bu etkilerin gündelik hayatta dahi yankı bulduğunu görüyoruz. AB sürecinin Türk vatandaşlarına en doğrudan yansıyan boyutu bu bağlamda şüphesiz ki Üye Devletlerin uygulamakta olduğu vizeler ve vize serbestliğine ilişkin yürütülen süreç gibi duruyor. Zaten mevcut vize rejimi nedeniyle siyasi, mali ve psikolojik yüklerle karşı karşıya bırakılan Türk vatandaşları, gündeme taşınan her yeni değişiklik haberiyle daha da karamsar bir havaya bürünüyor.
Hal böyleyken, 17 Nisan 2019’da AP’de de kabul edilen ve uzun bir süredir AB politika çevrelerinde değerlendirilen tasarıdan Türk vatandaşları nasıl etkilenecek sorusuna dikkatli bir yanıt aramak gerekir. Toplumun her kesimi üzerinde rahatsızlık duygusu oluşturan böylesi bir meselenin ortaya çıkaracağı yeni kafa karışıklıkları, sürecin parçası her aktör üzerinde daha da olumsuz etki doğurabilir, vize serbestliği diyaloğunu ve müzakere ortamını zedeleyebilir.
Vize meselesi, uzun yıllardan bu yana Türk vatandaşlarının karşı karşıya bırakıldığı uygulama ve bu uygulamanın ortadan kaldırılması için sürdürülen müzakerelere işaret ediyor aslında. Öncesinde hukuki alanda şekillendirilen süreç son yıllarda politika yapım sahnesine taşındı, bunun da ötesinde kamuoyu algısı açısından sembolik bir fenomen halini aldı. Vizelerin kaldırılması, Türkiye bakımından resmi olarak Vize Serbestliği Yol Haritası’nda adı geçen 72 ayrı kriterin karşılanması şartına tabi tutuldu. Bu noktada, dikkatle gündeme taşımak gerekir ki, sürecin geleceği teknik kriterlerde alınan yolun veya karşılanan kriter sayısının ötesinde; taraflar arasındaki birlikte çalışma iradesi, ortak paydada buluşma arzusunun eriştiği aşamaya bağlı hale geldi.
Türk tarafı, kısa dönemde hem göç yönetimi hem idari/teknik altyapı hem belge güvenliği, hem de kolluk birimlerinin modernizasyonu ve veri güvenliği gibi hassas konularda kayda değer reform adımlarını hayata geçirdi. Nitekim siyasi konjonktürdeki gerilim hatları, tarafların önceliklerindeki farklılaşmalar ve vizeyle bağlantılı konuların artan hassasiyet, bir Gordion düğümünü ilmik ilmik işledi. Düğümün açılmasına katkı sağlayabilecek en sağlıklı girişim ise Türkiye-AB Mülteci Uzlaşısı oldu. Uzlaşı, en basit ifadeyle, Suriye kriziyle artan göç akınlarını kontrol altına alabilmek ve düzensiz göçü önleyebilmek adına Türkiye ve AB’nin mali yardım, yeniden yerleştirme ve sınır kontrolü içeren önlem paketiydi.
Vize Serbestliği Sürecinde Bir Kolaylaştırıcı Olarak Mülteci Uzlaşısı
Sivil toplum, uluslararası örgütler ve akademi çevreleri, geldiğimiz aşamada dönem dönem hem ilgili uzlaşı mekanizmasını hem de sonuçlarını gözle görülür şekilde eleştirdi. Diğer yandan, taraflar hem başarısını vurgularken bazen de ihtilaflı durumda kalabildi. Her şeye rağmen Komisyon, Mart 2019’da bu mekanizmanın üç yıllık karnesini ortaya koyan verileri kamuoyuyla paylaştı. Şüphesiz ki bu veriler, birlikte çalışma iradesi ile ortak paydada buluşma arzusunun hangi oranda işlediğine dair de bir takım ipuçları barındırıyor. İlk bakışta şu veriyi paylaşmakta fayda var; mevcut mülteci yönetimi işbirliği, Doğu Akdeniz’deki düzensiz geçişleri üç yılda yüzde 97 oranında azaltmış vaziyette. Bağlantılı olarak, Doğu Akdeniz göç yolunda düzensiz geçişler sırasında meydana gelen ölümlerde de gözle görülür azalma mevcut. Böylesi bir perspektif, sınır güvenliği ve göç yönetimi alanlarında belli oranda işbirliği ve ortak irade kabiliyeti sağlanabildiğini açıkça gösteriyor.
Meselesinin muhakkak mali boyutu da var ki, mali boyut kendi başına ilişkilerin düzeyinin ölçülebileceği bir gösterge hüviyetinde. Tekrardan en basit ifadeyle Türkiye ve AB, mülteci krizinin çözümüne mali açıdan en fazla katkı sağlayan aktörlerden ikisi. Ortaya koyulan işbirliği iradesiyle AB, 2016-2017 ve 2018-2019 yıllarında projelendirilmek üzere Türkiye’deki Suriyeliler için üçer milyar avroluk iki insani ve insani olmayan mali yardımda (FRİT I, FRİT II) bulundu. Bu adım, müzakere masasında Türkiye’nin en dikkatle ve kararlı şekilde gündemde tuttuğu ve talep ettiği unsurlardan biriydi. Uygulama aşamasında her iki taraf da bir takım çekinceleri sürecin başından bu yana ortaya koyuyor. AB tarafının öne sürdü çekincelerin bazıları, 15 Nisan 2019’da Komisyon tarafından kamuoyu ile paylaşılan, mali yardım mekanizmasının işlerliğine dair üçüncü yıllık mali raporla gündeme taşındı.
Üçüncü rapora göre, ilk üç milyar avroluk kısmın tamamı projelendirilmiş, iki milyar avrosu ise dağıtılmış vaziyette. İkinci kısmın ise 150 milyon avroluk bölümü dağıtılmış halde. Bu işbirliği sayesinde ESSN adlı programla, AB tarihinin en yüksek mali yardımına imza atıldı. Bütün bu mekanizmanın gözetimi için yeni bir yürütme kurulu oluşturuldu, AB tarihinde benzerine az rastlanır hızla mali yardımın toplandığına şahit olundu. Türkiye açısından ise çoğu çevrelerce yetersiz kabul edilse de, Suriye krizinin yarattığı mali yükün hafifletilmesine destek sağlandı.
Yukarıda çizilen tablo, hem göç yönetiminin idari ve operasyonel hem de mali boyutlarında önemli ölçüde işbirliği ve faydaya işaret ederken, 17 Nisan tarihinde AP’de kabul edilen ve Schengen düzenlemelerinde değişiklikler öne süren tasarı; mevcut tabloyla çelişen, zıt ve olumsuz bir durumu resmileştirdi. Zaten hassas tartının üzerinde olan ilişkiler ve ilişkileri yeniden canlandırma iradesi, güncel gelişmelerden her zaman için fazla doğrudan etkileniyor. Peki 17 Nisan’da ne oldu, hassas tartının dengelerini ne yönde değiştirecek?
17 Nisan’da Ne Değişti?
Değişiklik tasarısının gözle görülür etkileri en kısa ifadeyle şunlar olacak: vize başvuru ücretlerinin 60 avrodan 80 avroya çıkartılması, vize başvurusunun altı ay önceden yapılabilmesi, geri kabul anlaşmalarında ve işlemlerinde AB ile işbirliğini aksatan ülkelere AB ülkelerinin vize süreleri ve koşulları açısından ağırlaştırmalar uygulayabilmesi. Bahsi geçen değişikliklerin Türkiye ve AB arasında süregelen işbirliği ile vize serbestliğinin oluşturması muhtemel toplumsal ve kültürel etkileşim ortamıyla pek de bağdaşmayacağı ortada.
Zaten en iyimser haliyle Türk vatandaşlarına yıllık 58.302.600 avroluk mali yük yaratan vize ücretlerinin 80 avroya çıkartılmasının Kale Avrupası’nın duvarlarını daha da yükselteceği, zamanın ruhuna aykırı olduğu ve günümüz teknolojik, ekonomik ve siyasi gerçekleriyle bağdaşmadığı değerlendirmeleri İKV’nin konuya ilişkin basın duyurusunda da yer alıyor. Bunun yanı sıra, zaten Türkiye ile AB arasında, en üst düzeyde sınır ve göç yönetimi işbirliği mevcutken, geri kabulde doğan aksaklıkların Türk vatandaşlarının vize süreçlerine olumsuz yansıyabilmesi ihtimali de kabul edilebilir değil.
Gordion düğümüne de bu ikircikli vaziyet ve anomali sebep oluyor. Bir yandan vize serbestliği diyaloğunda kalan az sayıdaki teknik meseleler tartışılırken, mülteci alanında Türkiye ile süregelen işbirliği AB kurumlarının tüm basın açıklamalarına yansırken, Türk vatandaşlarının doğrudan vize konusunda mağduriyet yaşayabileceği düzenlemeler gündeme taşınıyor. Bu ikircikli vaziyetin öncelikli sebebi ise, etkileri artarak devam eden mülteci krizine AB’nin somut bir yanıt verme noktasında yaşadığı zorluklar.
AB, krize karşı dış sınırları güçlendirme, ilgili mevzuatını geliştirme ve veri tabanlarında teknolojinin nimetlerinden daha da faydalanabilmenin yollarını arıyor. Bu arayış esnasında hem hassas dengelerin göz ardı edilmesi, hem beklenenden sınırlı etkiler doğurması muhtemel yolların öncelenmesi hatta kendi içerisinde ihtilaflı seslerin yükselmesiyle karşı karşıya kalabiliyor. Özellikle son dönemde AB, dış paydaşlarının iç dinamiklerini, durumlarını ve hassasiyetlerini gözden kaçırabiliyor.
AB tarafının Türkiye örneğinde gözden kaçırdığı en belirleyici boyut ise aday ülke konumundaki Türkiye’nin iş insanları, akademi çevreleri, sivil toplumunun AB ve AB vatandaşlarıyla doğrudan, temeli sağlam bağlar içerisinde olduğu, AP’nin kabul ettiği bu tasarı ve benzeri hamlelerin uzun yıllar sonucu kurulmuş bu bağlara pek de katkı sağlamadığıdır. Diğer yandan ise Türk tarafının da muhakkak ki atması gereken adımlar, hızlandırması gereken reformlar ve kat etmesi gereken yol bulunuyor.
Kalan son kriterlerin konusu olan veri güvenliği, siyasi etik gibi alanlarda atılacak reform adımları, vize serbestliğinin ötesinde, Türkiye’nin yönetişim deneyimi açısından da pek muhakkak ki katkı sağlayacak. Teknik reformların hızlanması, tarafların kendilerine has iç dinamiklerinin dikkate alınması ve birlikte çalışma deneyiminin ön plana çıkarılması sadece vize serbestliği için değil, Türkiye-AB ilişkilerinin düğümlenen tüm alanları için kritik reçeteler sunuyor.
Ahmet Ceran, İKV Uzmanı