KÜRESEL GÜNDEM: F35-S400 Geriliminin Çıkış Yolu Soğukkanlı İyi Yönetişim
F35-S400 Geriliminin Çıkış Yolu Soğukkanlı İyi Yönetişim
Türk dış politikası (TDP) tarihi; şüphesiz ki ikilemler, arada kalınan çetrefilli durumlar ve uygulanan hassas denge politikalarıyla anılan bir kültüre işaret ediyor. Farklı güç odaklarının çevrelediği Orta Doğu, Doğu Akdeniz, Batı Balkanlar gibi birbirinden ayrı karakteristiğe ve değişkenlere gebe coğrafyaların tamamında meydana gelen siyasi gerilimler, geçmişten bu yana Türk karar alıcıların aklıselim ve maharetli hamlelerini gerekli kılmaya devam ediyor. Uluslararası ilişkiler düzleminde coğrafya mı kaderdir, kader mi coğrafyadır, fark etmezsiniz Türkiye’nin atacağı ve atmış olduğu her adım, hem bölge coğrafyasının tamamını hem de bölgenin kaderini doğrudan etkiliyor.
Küresel ölçekte büyük gerginlik ve kafa karışıklığı yaratan F35-S400 ikilemi, bu ikilemden doğan siyasi karşıtlıklar ve Türkiye’nin bu ikileme karşı ortaya koyacağı siyasetin tonu da yukarıda belirtildiği tarzda, ziyadesiyle çetrefilli bir gündem.
Mevcut krizi birkaç cümleyle özetlemek gerekirse Türkiye’nin, özellikle güneyinden gelmesi muhtemel balistik/seyir füzelerine ve hava aracı saldırılarına karşı savunma zafiyeti süregeliyor. Bu zafiyeti gidermek için seçenekleri değerlendiren Türkiye, geçtiğimiz yıllarda ABD tarafından üretilen Patriot hava savunma sistemlerine göz kırpmış olsa da ABD yetkilileri, bu sistemlerin Türkiye’ye satışına razı olmadı. NATO çerçevesinde İtalya, İspanya veya Almanya gibi müttefiklerin Türkiye’ye yerleştirdiği hava savunma sistemleri ise Türkiye’nin stratejik otonomisi açısından yeterli değildi. Bir yandan Çin ile savunma sanayisi işbirliklerinde dirsek temasına girilmesi de NATO, ABD ve daha genel çerçevede batı ittifakı tarafından olumlu karşılanmamıştı. Böylesi bir tabloda ABD ve kurumsal ölçekte NATO’nun kaygılarına rağmen Türkiye güvenlik ve savunma arayışlarını sürdürdü, Rusya’dan 2,5 milyar dolara iki adet S400 hava savunma sisteminin tedariki için gerekli adımları attı. Buraya kadar süreç çok da kaotik ilerlemedi.
Ne zaman ki, Türkiye’nin de içerisinde yer aldığı F35 Müşterek Taarruz Uçağı Projesi’nin, Türkiye’nin S400 alımından olumsuz etkilenmesi ihtimali sıkça dillendirilmeye başladı, Pandora’nın kutusu da tam olarak bu noktada açıldı.
Krizin Bam Teli: F35 Müşterek Taarruz Uçağı Projesi
F35 Müşterek Taarruz Uçağı Projesi; ABD, Birleşik Krallık, Kanada, Avustralya, İtalya, Hollanda, Norveç, Danimarka ve Türkiye’nin finanse ettiği, beşinci nesil taarruz uçağı geliştirme işbirliğidir. Uzmanlar, F35’lerin son nesil “insanlı” hava araçları olacağını, devamında SWARM, yapay zeka, nano teknoloji ve benzeri teknolojilerin gelişmesiyle yerini insansız hava araçlarının alacağını öne sürüyor. Türkiye’nin de üretiminde ve finansmanında yer aldığı bu silah teknolojisinden, kendi envanterine 100 adet eklemesi bekleniyordu. F35’in kritik özelliği; müttefik ülkelerdeki kara ve hava uydu, sensör, sevk/idare, veri transferi araç ve yöntemleriyle en ileri seviyede entegre olabilmesi ayrıca düşman gözetim unsurları ve radarlarınca tespitinin zorluğu.
ABD, hem S400 hem de F35 teknolojisinin bir NATO müttefiki ülke tarafından konuşlandırılmasına karşı çıkan kampın başını çekiyor. Bu noktada iki sebepten bahsetmek mümkün. İlk kaygı, tüm NATO üyesi ülkelerin hava savunma ve ikaz unsurlarının birbiriyle entegre olduğu, anlık bilgi paylaştığı savunma mimarisine Rus yapımı bir savunma unsurunun entegre edilmesi ihtimali. İkinci kaygı ise, F35’in yukarıda bahsi geçtiği gibi, NATO müttefiki olmayan ülkelerin radar sistemleri tarafından tespitinin önceki nesillere kıyasla fazlasıyla zor olmasından kaynaklanıyor. F35’in bıraktığı radar izinin Türkiye’de konuşlu bir S400 aracılığıyla düzenli takibi, bu takip neticesinde NATO müttefiki olmayan güçler tarafından bir takım algoritmalara, karakteristik özelliklere ve modellemelere erişilmesi kaygısı, konuyu daha da tartışmalı hale getiriyor.
Uzun aylardır yukarıda çok basit şekilde değinilmeye çalışılan tartışmaların, argümanların ve karşı argümanların neticesinde, S400’lerin sevkiyatının başlamasının ardından, 17 Temmuz 2019 tarihinde ABD Savunma Bakanlığı Satın Alma ve İdame İşlerinden sorumlu Müsteşar Yardımcısı Ellen Lord’un bir basın toplantısıyla duyurduğu üzere Türkiye, F35 programında askıya alındı. Alınan bu karara Türk Dışişleri Bakanlığının tepkisi gecikmedi. Yapılan açıklamada “Bu tek taraflı adım müttefiklik ruhuyla bağdaşmadığı gibi hiçbir meşru gerekçeye de dayanmamaktadır.” ifadelerinde bulunuldu. Öte yandan ABD’nin Türkiye’ye karşı olası yaptırımlarının da gündeme gelmesiyle Türkiye-ABD-NATO üçgeninde sinirler, belki tarihte hiç gerilmediği kadar gerildi.
Buraya kadar anlatılanlar, sürecin kırılma anlarını gündeme taşısa da aslında bahsi geçen kırılmaların açtığı ve açacağı yaraların derinliğini göstermekten çok uzak. Hikaye, başta Türkiye’nin güvenliğini, otonomisini ve paydaşlarını artırmak için mevcut şartlarda yeni seçenekler oluşturma, hareket alanını genişletme adımı şeklinde gelişim gösterse de devam eden süreç, etkili aktörlerin dahil olduğu bir güç oyununa dönüştü. Bu tabloda, önümüzdeki günlerin ne tür gelişmelere gebe olduğuna ve Türkiye’nin seçeneklerine bakmak gerekir.
Hasar Tespiti ve Soğukkanlı Yönetişim Adımları
Türkiye’nin NATO’dan çıkarılması gibi gerçek dışı ve dezenformasyon/propaganda niteliğindeki dayanaksız söylemler bir tarafa bırakılırsa, Türkiye’nin kısa vadede karşılaşması muhtemel en olumsuz netice, ABD’nin uygulaması gündemde olan yaptırımlar. Bahsi geçen yaptırımlar, ABD Başkanı Donald Trump’ın 2017 yılında imzaladığı ABD Hasımlarıyla Yaptırımlar Yoluyla Mücadele Kanunu’na (CAATSA) dayanıyor. Kanuna göre, Rusya’nın istihbarat birimlerinin veya savunma sektörünün parçası olan ya da onlar adına hareket eden tüm aktörlere yaptırım uygulanmasının önü açılıyor. ABD Kongresi yüksek bir sesle, S400 meselesi sebebiyle CAATSA’nın Türkiye’ye karşı devreye sokulması çağrılarını dile getiriyor. İlgili kanun, süreçteki karar alıcı aktör olarak ABD Başkanını gösterse de, Kongrenin de siyasi gücü ve yaptırım araçları mevcut. Bunun da ötesinde hem ABD iç siyasetinin taraflarına hem de Rusya’ya karşı sert bir mesaj vermek adına Türkiye’ye karşı bu yaptırımların devreye sokulması, ABD siyasetinde açıkça tartışılıyor. CAATSA’nın devreye sokulması halinde Türk savunma sanayisi şirketlerinin ekonomik yaptırımların hedefinde kalacağı yönünde değerlendirmeler mevcut. Böylesi bir yaptırım, şüphesiz ki ilişkilerin daha da gerilmesinin fitilini ateşleyecek.
Önümüzdeki dönemde politika yapıcılar, sivil toplum, iş çevreleri ve akademi, tüm tarafları soğukkanlılığa çağırmalı; karar alıcılar da soğukkanlı tutumu birincil yaklaşım olarak benimsemeli, cevaplanması gereken öncelikli sorulara odaklanmalıdır. Örneğin S400’ler operasyonel ölçekte kullanıma geçirilecek mi yoksa 1997 yılında Türkiye’nin ve NATO’nun baskısıyla Yunanistan’ın S300’leri Girit Adasında depoya kaldırdığı gibi bu unsurlar da depoya mı kaldırılacak? Veya, S400’ler ABD üretimi Patriot’lar veya EUROSAM üretimi Aster-30’larla desteklenecek mi? S400’ler Türk sevk ve idare, gözetim ve diğer savunma sistemleriyle hangi oranda entegre edilecek? Bu ve benzeri sorular yanıtlanırken unutulmaması gereken, yazının başında da değinildiği gibi, Türkiye’nin bu tarz kriz durumlarıyla ilk defa karşılaşmadığı ve ciddi bir diplomasi geleneğine dayanan müzakere kültürünün mevcut olduğudur.
Daha açık ifade etmek gerekirse, mesela AB merkezli savunma sanayisi aktörlerine yönelmek, ve bu yönelimden verim alabilmek, pragmatik veya transactional hamlelerden ziyade ortak iş yapma kültürü ve deneyiminin öne çıkarılması, ortak tehdit ve hedeflerin hatırlanmasıyla mümkün olabilir. Soğukkanlı bir şekilde, mevcut işbirliği fırsatları değerlendirilip, ayakları yere basan yeni projeler de gündeme getirilip, odağa ortak üretim ve teknoloji transferini alarak yola devam edilmelidir.
Ahmet Ceran, İKV Uzmanı