İKTİSADİ KALKINMA VAKFI
E-Bülteni
İKTİSADİ KALKINMA VAKFI
E-Bülteni
16-31 TEMMUZ 2019

AB GÜNDEMİ: AB Dışişleri Bakanlarının Yaptırım Kararları Ekseninde Doğu Akdeniz Hidrokarbonları

AB Dışişleri Bakanlarının Yaptırım Kararları Ekseninde Doğu Akdeniz Hidrokarbonları

15 Temmuz 2019 tarihinde bir araya gelen AB Dışişleri Bakanları, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki sondaj çalışmalarına ilişkin kararlar kabul etti. Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY), Türkiye’nin kıta sahanlığında mayıs ayında sondaj çalışmalarına başlamasının ardından konuyu AB platformuna taşımak için hiç fırsat kaybetmemişti. Doğu Akdeniz’deki sondaj çalışmaları haziran ayında, GKRY’nin Kuzey Makedonya ve Arnavutluk ile müzakerelere başlanmasına karşı veto tehdidine başvurmasının etkisiyle AB Genel İşler Konseyi’nde daha sonra da AB Liderler Zirvesi’nde gündeme alınmıştı. AB Dışişleri Konseyi kararları, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’e ikinci sondaj gemisini yollamasının ardından geldi. Rum tarafı tezlerinin savunulduğu AB Dışişleri Konsey kararlarında, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki sondaj faaliyetlerinin yasa dışı olduğu iddia edilerek, bunların Türkiye-AB ilişkilerinin tüm boyutları üzerinde olumsuz etkileri olduğu belirtiliyor.

Konsey tarafından kabul edilen yaptırım niteliğindeki kararlar kapsamında; Türkiye-AB Kapsamlı Hava Taşımacılığı Anlaşması müzakerelerinin askıya alınması, Türkiye ile AB arasındaki en üst düzey karar alma mekanizması olan Ortaklık Konseyi ile enerjiden ekonomiye, ulaştırmadan dış politikaya uzanan üst düzey diyalog süreçleri kapsamındaki toplantıların ikinci bir karara kadar yapılmaması öngörülüyor. Bunlara ek olarak, Komisyonun 2020 yılı için Türkiye’ye yönelik katılım öncesi fonlarda kesinti yapılmasını öngören teklifi onanarak, Avrupa Yatırım Bankası (AYB), başta hükümetle ilgili projelere sağlanan krediler olmak üzere, Türkiye’deki kredi faaliyetlerini gözden geçirmeye davet ediliyor.

Konsey kararlarının son kısmında ise Dışişleri ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi ile Avrupa Komisyonu, Türkiye’nin sondaj faaliyetlerini hedef alan önlemlere ilişkin seçenekler üzerinde çalışmayı sürdürmekle görevlendiriliyor. Şirketlerin ve bireyleri hedef alabilecek ek önlemlerin sinyalini veren bu bölümde GKRY’nin baskısı etkili oldu. AB Dışişleri Bakanlarının kullanılacak dil konusunda önce ayrılığa düştükleri bu bölümde, ek önlemlerin gerginliğin tırmanması halinde gözden geçirilmesi ifadelerine yer verilmesi düşünülürken GKRY’nin sert bir dil kullanılması için diretmesi sonucunda ilgili merciler ek önlem seçeneklerinin araştırılması için şimdiden görevlendiriliyor.

AB Dışişleri Konseyi kararları, Türkiye’nin tepkisine yol açarken, ilk açıklama Dışişleri Bakanlığı tarafından yapıldı. Dışişleri Bakanlığı tarafından yapılan açıklamada, AB Dışişleri Konseyi’nin aldığı kararların Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki hidrokarbon faaliyetlerini sürdürmedeki kararlılığını etkilemeyeceği mesajı net şekilde verildi. TBMM’deki dört siyasi parti; Adalet ve Kalkınma Partisi, Cumhuriyet Halk Partisi, Milliyetçi Hareket Partisi ile İyi Parti, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki adımlarına destek veren bir ortak bir bildiri yayımladı. Ortak bildiride, Konsey’in kabul ettiği yaptırımların kabul edilemez olduğu belirtilerek, AB uluslararası hukuka uymaya ve adil, hakkaniyetli ve tarafsız bir tutum sergilemeye davet edildi.

Konsey Kararları Pratikte Ne Anlama Geliyor?

Konseyin kabul ettiği kararların pratikteki yansımalarını değerlendirecek olursak, siyasi blokajlar nedeniyle katılım müzakereleri sürecinin işlevselliğinin sorgulandığı bir dönemde, hayati konularda görüş alışverişi imkânı sağlayan,  Türkiye ile AB’yi ortak bir fotoğraf karesinde birleştiren ve Türkiye ile AB’yi birbirine yaklaştıran üst düzey diyalog toplantılarının ikinci bir karara kadar askıya alınması son derece olumsuz. Diyalog süreçlerinin ortaya çıkış mantığının siyasi engellemeler nedeniyle müzakereler kapsamında ele alınamayan konuların ele alınması ve ilişkilerin canlandırılmasına dayandığı düşünüldüğünde; Konsey, aldığı bu kararla Türkiye-AB ilişkilerinde işleyen nadir araçlardan birini de devre dışı bırakmış oluyor.

Türkiye-AB ilişkilerindeki en üst karar organı olan Ortaklık Konseyi toplantılarının askıya alınması da benzer etkide. Bilindiği üzere, Ortaklık Konseyi’nin 15 Mart 2019 tarihinde dört yıllık aranın ardından ilk kez toplanması, Türkiye-AB ilişkilerinde çalkantılı bir dönemin geride bırakıldığının ve normalleşmenin sağlandığının sinyali olarak yorumlanmıştı. Ortaklık Konseyi toplantılarının askıya alınması, bu normalleşme sürecini geriye götürme ve Türkiye ile AB’yi birbirinden uzaklaştırma riski taşıyor.

Konsey’in aldığı diğer önlemlerden katılım öncesi fonlardaki kesinti kararı ilk değil. Önceki yıllarda da katılım Öncesi Mali Yardım Aracı (IPA) fonlarında hukukun üstünlüğüyle bağlantılı olarak kesintilerine gidilmişti. Örneğin AB, 2017’de 2018 yılı için ayrılan katılım öncesi fonlarda 175 milyon avro kesinti yapmıştı. IPA kapsamında sağlanan fonlardaki kesintinin daha önce Komisyon tarafından açıklandığı gibi 145,8 milyon avro tutarında olması bekleniyor. Bu tutar, 2020 yılı içi ayrılan toplam tutarın üçte birine tekabül ediyor. Sivil topluma destek için ayrılan 252 milyon avroda ise herhangi bir kesinti olması beklenmiyor.

Kredilerin gözden geçirilmesi konusunda AYB, Konsey’in verdiği mesajdan hareketle 24 Temmuz 2019 tarihinde kadar Türkiye’ye yönelik stratejisini gözden geçirdiği gerekçesiyle hükümetle ilgili projelere en azından yıl sonuna kredi vermeyeceğini açıkladı. Geçen üç yıl boyunca Türkiye’deki projelere yılda 0,4 milyar avro ila 2,2 milyar avro fon sağlayan ve tek başına Türkiye’ye en fazla kredi veren yabancı kuruluş konumunda bulunan AYB’nin kredi durdurma kararının özel sektör projelerini etkilemesi beklenmiyor. AB Maliye Bakanlarının onayıyla yıl sonuna kadar özel sektör projelerine 350 milyon avro fon sağlanması öngörülüyor.

Konsey’in müzakerelerini askıya aldığı Kapsamlı Hava Taşımacılığı Anlaşması, içeriği tam olarak bilinmemekle birlikte AB’nin daha önce ABD, Kanada, İsviçre gibi ülkelerle akdettiği benzer anlaşmalar gibi yeni uçuş rotaları, uçuş sayısının artması, uçak biletlerinin ucuzlaması gibi avantajlar öngörmekteydi. Müzakerelerine Temmuz 2016’da başlanan anlaşmanın akdedildiğinde yılda 5 milyar avro tutarında ekonomik kazanç ve 48 bin kişiye ek istihdam sağlayacağı düşünülüyordu. Buna karşın, anlaşmanın akdedilebilmesi, Türkiye’nin tanımadığı GKRY ile de masaya oturmasını gerektireceğinden sürecin zaten oldukça zorlu olduğu biliniyordu.

Her ne kadar söz konusu önlemler Üye Devlet dayanışması ilkesi uyarınca alınmış sembolik kararlar olsa da, AB’nin Kıbrıs meselesi ve hidrokarbonlar konusunda Rum tarafı tezlerine sıkı sıkıya bağlı olan bu tek yanlı yaklaşımı son derece endişe verici.  AB Dışişleri Konseyi’nin yaklaşımı, 2004 yılında Rum tarafını adada çözüme “hayır” demesine rağmen kendi ilkelerini çiğnemek pahasına üyeliğe kabul ederek imza attığı büyük stratejik hatanın devamı niteliğinde görülüyor. Üye Devlet dayanışması kavramı altında, Rum tarafının AB içerisindeki konumunu Türkiye ve Kıbrıs Türk halkı aleyhinde kullanmasına AB de böylece yardım etmiş oluyor. AB bu tutumuyla, Türkiye ile ilişkilerinde önemli bir sorun alanı haline gelen Kıbrıs meselesinin, Türkiye-AB ilişkilerinin farklı alanlarını da olumsuz etkilemesine yol açıyor.

Doğu Akdeniz’deki Gerginliğin Perde Arkası

AB kısıtlayıcı önemleri, karşılıklı açıklamalar ve tırmanan gerilimle küresel gündeme oturan Doğu Akdeniz’deki enerji kaynakları görünümüne bakacak olursak; Mısır, İsrail, Filistin, Lübnan kara sularında ve Kıbrıs adası açıklarında kayda değer potansiyele sahip hidrokarbon rezervlerinin keşfiyle uluslararası aktörlerin bölgeye olan ilgisinin arttığını görüyoruz. Bu alandaki en kapsamlı araştırma olan 2010 yılına ait ABD Jeoloji Araştırmaları Kurumu raporuna göre, Kıbrıs adası ile Mısır arasında kalan Levant Havzası’nın 122 ila 223 trilyon kübik fit doğalgaz ile 1,7 milyar varillik petrol rezervine sahip olduğu tahmin ediliyor. Özellikle, 2015’te Mısır’ın karasularında yer alan Zohr sahasında 30 trilyon kübik fit kapasiteyle dünyanın en büyük doğalgaz rezervlerinden birine rastlanması, bölgenin enerji görünümünü yeniden tanımlayan ve uluslararası enerji şirketlerinin iştahını kabartan bir gelişme oldu.  

Kıbrıs bağlamında ise adanın açıklarında 2010 yılında hidrokarbon rezervlerinin keşfedilmesinin, çok boyutlu Kıbrıs meselesini daha da karmaşık hale getirdiği görülüyor. İlk etapta, doğal kaynakların ortak kullanımının ve bunlardan elde edilebilecek olası gelirin adadaki iki toplumu birbirine yaklaştırabileceği umuduyla hidrokarbonların keşfi, Kıbrıs meselesinin çözümüne yönelik önemli bir fırsat penceresi olarak görülmüştü. Ada çevresindeki hidrokarbonların bölgedeki diğer kaynaklarla birleştirilerek Türkiye üzerinden bir boru hattıyla AB’ye aktarımının en ekonomik ve akılcı seçenek olarak öne çıkması nedeniyle bu kaynakların, gerek AB’nin enerji tedarikçilerini çeşitlendirme ve Türkiye’nin enerji üssü olma hedefleri gerekse adada çözüm için bir kazan-kazan senaryosu yaratacağı düşünülmüştü. Buna rağmen Rum tarafının tek yanlı adımları nedeniyle bu doğal nimetler kısa sürede işbirliği potansiyeli yerine gerginlik potansiyeline dönüştü. 2000’lerin başlarından beri Lübnan, Mısır ve İsrail gibi bölge ülkeleriyle sınırlandırma anlaşmaları imzalayan Rum tarafının, tek yanlı olarak ilan ettiği Münhasır Ekonomik Bölge’de (MEB) keşif için parseller belirleyerek Türkiye’nin ve Kıbrıs Türk toplumunun tüm itirazlarına rağmen uluslararası enerji şirketlerine hidrokarbon arama ruhsatı vermesiyle Doğu Akdeniz’de sular ısındı. GKRY’nin adadaki iki toplumun da üzerinde söz sahibi olduğu doğal kaynaklar üzerinde Kıbrıs Türk toplumunun haklarını göz ardı eden tek yanlı faaliyetleri, gerek KKTC’de gerekse Türkiye’de rahatsızlık yaratıyor. Bunun ötesinde, Rum tarafının belirlediği bazı parsellerin Türkiye’nin kıta sahanlığıyla çakışması, hidrokarbon meselesine farklı bir boyut ekledi. Amerikalı enerji şirketi Nobel’in 12’nci parselde bulunan Afrodit sahasında sondaja başlaması KKTC ile Türkiye’yi de harekete geçmeye itti. 2011’de Türkiye ile istişare içerisinde kıta sahanlığı sınırlandırma anlaşması imzalayan KKTC, Türk Petrolleri Anonim Ortaklığı’na (TPAO) adanın kuzeyinde ve doğusunda hidrokarbon arama ruhsatı verdi.

Türk tarafının hidrokarbon arama çalışmalarının adada bütünlüklü bir çözüme ulaşılıncaya kadar durdurulması veya doğal kaynakların paylaşımına yönelik ortak bir komite kurulması teklifi, adanın zenginliklerini paylaşmak istemeyen Rum tarafında olumlu karşılık bulmadı. Tek yanlı girişimlerini sürdüren Rum tarafı, doğal kaynaklardan elde edilecek olası gelirin adada bütünlüklü çözüm sonrasında Kıbrıslı Türklerle paylaşılacağı yönünde muğlak vaatlerde bulunsa da, bu vaatler Türk tarafınca tatmin edici bulunmadı.

Gelinen noktada, GKRY’nin tek taraflı ruhsatıyla bölgeye uluslararası enerji şirketlerini davet etmesi ve bunların ihtilaflı bölgede sondaj çalışmaları yürütmesi gerginliği artırıyor. Büyük resimde ise Rum tarafının İtalya, Yunanistan, İsrail, Ürdün ve Mısır ile birlikte ortak bir cephe oluşturarak, Türkiye’yi Doğu Akdeniz’deki enerji denkleminden dışlayacak manevralarında bulunması, Türkiye’nin harekete geçmesinde etkili oldu.

Tüm bu gelişmelere paralel olarak son beş yıldır Doğu Akdeniz’deki hidrokarbon arama çalışmalarına hız veren Türkiye, 2011’de KKTC ile imzaladığı anlaşma uyarınca Barbaros Hayrettin Paşa sismik araştırma gemisi aracılığıyla bölgede etkinliğini artırmıştı. Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki sondaj çalışmalarının iki farklı boyutu bulunuyor. Ankara, Doğu Akdeniz’de, kıta sahanlığından kaynaklanan meşru haklarının korunması ve adadaki doğal kaynakların eşit ortağı konumundaki Kıbrıs Türk toplumunun haklarının korunması ilkelerine göre hareket ediyor.

Türkiye mayıs ayında, Fatih sondaj gemisi aracılığıyla adanın 75 kilometre batısında, kendi kıta sahanlığı içerisinde yer alan bölgede uluslararası hukuka uygun şekilde sondaj çalışmalarına başladı. Haziran sonundan itibaren Fatih’e, Yavuz sondaj gemisi de katılarak, KKTC tarafından belirlenen ruhsat alanlarında çalışmalara başladı. AB Dışişleri Konseyi Kararlarının ardından da Marmara ve Karadeniz’de çalışmalarda bulunan Oruç Reis sismik araştırma gemisinin bölgeye gönderildiği duyuruldu. Bu gemilere, olası bir kışkırtmaya karşı Türk Deniz Kuvvetleri unsurları da eşlik ediyor.

AB’nin yaptırım kararının, KKTC Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı tarafından hidrokarbonlara ilişkin iki toplumlu bir ortak komite oluşturulması önerisinin ertesinde alınması son derece talihsiz bir durum. Akıncı, 13 Temmuz 2019 tarihinde, BM aracılığıyla Rum lider Anastasiadis’e sunduğu öneride, iki toplumdan eşit sayıda üyenin sanı sıra AB’nin gözlemci olarak katılımıyla BM gözetiminde hidrokarbonlara ilişkin bir ortak komite oluşturulmasını önermişti. Türkiye’nin de tam desteğini alan ve adadaki doğal zenginliklerin bir çatışma unsuru olmaktan çıkıp işbirliği unsuruna dönüşmesini amaçlayan bu öneri, 2011 ve 2012 yıllarındaki benzer tekliflerin kaderini paylaşarak, ne yazık ki Rum tarafınca reddedildi. Akıncı’nın bu öneriyi Avrupa Komisyonu Başkanı Juncker ve Yüksek Temsilci Mogherini ile de paylaşmasının ardından, AB Dışişleri Bakanlarının bu adımı desteklemek veya yapıcı bir çözüm önerisi ortaya koymak yerine, Türkiye’ye yaptırımlarla karşılık vermesi son derece endişe verici bir durum.

Türkiye-AB ilişkileri açısından değerlendirildiğinde ise müzakerelerin bir süredir zaten de facto olarak donduğu, kısa vadede ilişkilerde rahatlama sağlayacak olan Gümrük Birliği’nin güncellenmesi sürecinin siyasi koşulluluk nedeniyle başlatılamadığı, vize serbestliği sürecinin ise halen tamamlanmadığı bir ortamda alınan bu kararlar, AB’nin Türkiye üzerindeki etkisini daha da azaltma riski taşıyor. Doğu Akdeniz’de durumun daha da tırmanmaması için AB’nin diyaloga öncelik veren yapıcı bir yaklaşım benimsemesi ve yaratıcı çözümler üzerinde çalışması bir gereklilik olarak öne çıkıyor.

Yeliz Şahin, İKV Kıdemli Uzmanı