Türkiye-AB İlişkilerinde Belirsizlikler ve Değişim: Yeni Bir Başlangıç?
Bu yaklaşımda yeni deste yıla başlamanın sembolik ve psikolojik miadından öte AP seçimleri sonrasında AB’de yeni bir Komisyonu, Parlamento’dan onay almış ve Başkanı Ursula von der Leyen’in yönetiminde iş başına geçmiştir. Aynı şekilde Konsey Başkanı Charles eden günlerde ilk temas ettikleri liderin Sayın Cumhurbaşkanımız olması önemli bir göstergedir. Gerek Michel gerek von der Leyen söz konusu temaslarında, bu yeni dönemde Türkiye-AB ilişkilerinin geliştirilmesine verdikleri önemi vurgulamışlardır.
Türkiye’nin yeni başlayan dönemde 2020 yılı için AB’den başlıca beklentileri katılım müzakerelerimizin önündeki engellerin kaldırılması, aynı şekilde gümrük birliğinin güncellenmesi görüşmelerine başlanması, tamamlanacak kriterlerle vize serbestisinin gerçekleşmesi, terörle mücadele konusunda samimi işbirliğine gidilmesidir.
AB'nin Doğu Akdeniz'de ülkemizle ilgili meselelerde takındığı haksız ve hukuki dayanağı bulunmayan tutumunu değiştirmesi ve bu çerçevede ülkemize yönelik aldığı önlemleri kaldırması da diğer bir önemli siyasi beklentimizdir. Bu kabul edilemez önlemler sürdüğü ve/veya üzerine eklemeler yapıldığı takdirde ilişkilerin zorlaşacağı aşikardır. Suriye ve Libya konusunda AB yaklaşımları da maalesef Birliğin kuruluş değer ve ilkelerinden ciddi sapmalar gösteren gayrimeşru unsurlar içermektedir. Ülkemizin meşru hak ve çıkarların- dan taviz vermesi söz konusu olmayıp tüm bu çetrefilli dış politika meselele- ri karşılıklı diyalog yoluyla varılacak uzlaşıları gerektirmektedir.
Yukarıdaki bilinen yaklaşımlarımız doğrultusunda önemli ve olumlu adımların 2020 yılının ilk yarısındaki Hırvatistan'ın AB Dönem Başkanlığı ve ikinci yarısında AB'nin kurucu ve ağırlıklı ülkelerinden Almanya'nın AB Dönem Başkanlığı sırasında atılması beklentimiz mevcuttur.
Öte yandan, çağın gereklilikleri kapsamında Türkiye-AB ilişkilerinin perspektifini çizerken bilimsel alanda da ortak hedefleri ve çıkar alanlarını tespit ederek bunlar üzerinde yoğunlaşmamız yerinde olacaktır. Örneğin bu dönemde, AB'nin acil ve hayati önceliklerinden biri ABD ve Çin'in gerisinde kaldığı AR-GE alanında kısa sürede atılımlar yapmaktır.
Avrupa Komisyonu bu anlayışla yeni dönemde "Horizon Europe" başlığı ile "Araştırma ve Yenilikçilik" alanına yaklaşık 100 milyar avro gibi ciddi bir miktar ayırmayı öngörmektedir. Bu kaynağın yeni yaklaşımla ağırlıklı olarak AB'nin rekabet gücünü artıra- cak sonuç odaklı projelere kullandırılması değerlendirilmektedir.
Bilindiği üzere, AR-GE alanındaki çalışmalarını yoğunlaştırmak ve yeni buluşlar gerçekleştirilmesi ülkemizin de önceliklerindendir. Bu çerçevede Türkiye'nin, yeni Birlik Programı "Horizon Europe" ve diğer ilgili programların başlama yılı olan 2021 yılına kadar olacak yaklaşık 1 yıldan az olan süreyi oldukça verimli kullanması önem taşımaktadır. Bu zaman dilimin- de AB'nin yolunu açacak ve sorunlu alanlarda "kamu+üniversite+özel sektör" aktörlerinin buluştuğu güçlü ortaklıklar (konsorsiyumlar) tarafından yapılacak AR-GE çalışmalarının, yeni yaklaşım çerçevesinde sonuç odaklı bir perspektifle yapılandırılmış proje önerileri olarak AB'deki ilgili mekanizmalara sunabilmesi, ilişkilerin karşılıklı yarar bağlamında gelişmesine önemli bir katkı sağlayacaktır.
Bu tespitlerin ardından, esas itibarıyla söz konusu ilişkilerin önümüzdeki dönemi için iktisadi boyuta ağırlık veren bir değerlendirmede bulunulması yararlı olacaktır. Bahse konu değerlendirme girişte vurgulanan yeni bir on yıl başlangıcı kavramıyla 2020'li yıllar destesi üzerinden aktarılacaktır.
Günümüzde iktisadi alanda yeni normalin "belirsizlik" olduğu yönünde yaygın bir kanaat bulunmaktadır. AB özelinde ise belirsizliklere ilişkin listenin kabarıklığı dikkat çekmektedir. Makroekonomik belirsizliklerin başında para politikasının normalleşememesi ve büyüme ile alakalı kaygılar yer almaktadır. Tarihi dip seviyelerde olan faiz oranlarına ve konvansiyonel olmayan para politikası araçlarının cömert bir şekilde kullanımına rağmen arzu edilen ekonomik büyüme gerçekleşememektedir. Avrupa Merkez Bankası ise uygulamakta olduğu negatif faiz politikasının banka bilançoları üzerindeki olumsuz etkilerine yönelik eleştiriler karşısında bir çözüm önerisi getirebilmiş değildir.
21'inci yüzyılda bir diğer belirsizlik alanını ise, finansal kriz sonrası ortaya çıkan güçlükler oluşturmaktadır. AB'nin temel felsefesi olan üye ülkeler arasında yakınsama ve geride kimsenin bırakılmaması ilkesi doğrultusunda, AB bütçesinin hatırı sayılır bir kısmı bu amaca matuf harcamalara tahsis edilmesine rağmen finansal kriz sonrasında üye ülkeler arasındaki ekonomik ayrışma artmış ve gelir dağılımında bozulmalar gözlemlenmiştir. Bu durum ise kaçınılmaz olarak üye ülkeler arasında öncelik ve menfaat ayrışmasını ve popülist kararların rasyonaliteye galip gelmesi sonucunu doğurmaktadır. Günün sonunda ise orta ve uzun vadede üye ülkelerin ortak menfaatine olan bazı düzenlemeler az sayıdaki ülkenin kısa vadeli menfaatleri nedeniyle hayata geçirilememektedir.
Bunun yanı sıra akademik çevrelerce, AB'de karar alma süreçlerinin, ekonomik kuramlara atıfla, "siyah kuğuların sayısındaki artışa cevap verebilecek hızda" çalışmadığı yönünde eleştirilere yer verilmektedir.
Özetle, düşük seyreden enflasyon, büyüyemeyen ekonomi, yaşlı nüfus ve "zombi" bankaların varlığı ile deflasyon riskinin yüksek sesle dillendirildiği bir dönemde, bu döngüye karşı ihtiyati adımları atmakta geç kalan ve ayak sürümeye devam eden ve bunun sonucunda olası finansal şoklar karşısında kırılganlığı artan AB'de, kısa vadeli kararlar alınırken, ekonomik ve politik istikrarının devamlılığı açısından orta ve uzun vadeli menfaatlerin de gözetildiği bütüncül bir bakış açısına gereksinim duyulmaktadır.
Bu durum ise öncelikle dünya ekonomisi ve siyasetinin merkezinin evirildiği noktaya ilişkin doğru bir öngörüde bulunmayı gerektirmektedir. Geleceğe yönelik öngörülerde, yeni dünya düzeninde küresel gücün belirleyicisinin askeri güç kullanımı veya nükleer silah sahibi olunması yerine teknoloji, sağlık, eğitim, yönetişim, nüfus, ulusal ekonominin büyüklüğü ve askeri harcamalara ilişkin parametrelerdeki görece üstünlük olacağı, 2030 yılı itibarıyla ise birçok parametrede bazı Asya ülkelerinin Avrupa'yı geride bırakacağı ifade edilmektedir.
Nitekim, uluslararası kuruluşlar ve şirketler tarafından kamuoyu ile paylaşılan uzun dönemli projeksiyonlarda rakamlar ve oranlar arasında ufak farklılıklar bulunmakla birlikte tamamına yakınının üzerinde mutabık olduğu husus, dünyanın ekonomik güç ve ticaret merkezindeki eksen kaymasının Asya ülkeleri ve gelişmekte olan ülkeler lehine olacağı beklentisidir.
Avrupa Komisyonu, 2040 yılı itibarıyla E7 ülkelerinin milli gelirinin (Çin, Rusya, Hindistan, Brezilya, Meksika, Endonezya ve Türkiye) G7 ülkelerinin milli gelirinin iki katına çıkmasını öngörmektedir. Bunun yanı sıra, bazı kaynaklarda 2050 yılı itibarıyla dünya GSMH'si içerisinde E7 ülkelerinin payının yüzde 50'ye çıkması ve AB'nin payının ise yüzde 16'dan yüzde 9'a düşmesi, ülkemizin ise satın alma paritesi dikkate alındığında 2030 yılında dünyanın en büyük 12'nci, 2050 yılında ise en büyük ll'inci ekonomisi olması öngörülerine yer verilmektedir.
Bunun yanı sıra, ülkemiz jeopolitik önemi, ticaret merkezlerine yakınlığı, bir ulaşım ve enerji terminali olarak yükselişinin yanı sıra, kişi başı geliri yüksek 80 milyonun üzerinde- ki genç nüfusu ve buna bağlı canlı iç tüketimi ile bugün AB için önemli bir pazar olduğu gibi, önümüzdeki dönemde de yaşlanan ve yaşlanma sorununa kalıcı bir çözüm üretemeyen AB'li üreticiler açısından önemli bir ortak olma özelliğini korumaya devam edecektir.
Yükselen ülkelerin kendilerine özel durumları nedeniyle uzun vadeli yolculuklarında bazen ekonomik salınımlar yaşaması söz konusu olmakla birlikte, bu durumun temel öngörülerde bir değişikliğe neden olmadığını, uzun vadeli yatırımcılar açısından önemli imkânlar sunmaya devam ettiğini ve ancak bugün karar alan ve uygulamaya başlayanların yarın bu kararlarının meyvelerini alabileceklerini hatırdan çıkarmamak gereklidir.
İktisadi, siyasi belirsizliklerin ve çalkantıların bağlantılı veya eşzamanlı art arda ortaya çıktığı eşine az rastlanır bir dönemdeyiz. 2007 mali krizi ile başlayan aşırı siyasi akımlar- da endişe verici bir artış ortaya çıkmıştır. AB ülkelerinde bugün ırkçılık, yabancı düşmanlığı ve İslamofobi gibi akımlar AB'nin kuruluş değerlerinde zemin kaybına yol açmaya başlamıştır. Son dönemde Avrupa'daki Türklerin hayatlarını kaybetmesiyle sonuçlanan ırkçı saldırılar ciddi önlemler alınmasının aciliyetini ve zorunluluğunu gözler önüne sermiştir. AB, bu karanlık akımlarla mücadele ederken Türkiye'yle ve üyelerinde yaşayan milyonlarca Türk ile işbirliğinin hayati öneminin de bilincinde olarak hareket etmelidir.
Avrupa'da refah ve istikrar sağlanması, bunların önüne çıkacak aşırı akımlarla topyekûn mücadelenin başarısı, kısacası geleceği ancak doğru kurulacak ittifaklar ve bütünleşme- lerle belirlenecektir. Bu bütünleşme anlayışıyla, önümüzdeki dönemde AB ve Türkiye'nin uzun vadeli menfaatleri ve kazanımlarının, ülkemizin tam üyeliğinde yer aldığı hususunda kuşku bulunmamaktadır. Bu çerçevede, AB, ileriye yönelik kararlarını alırken miyobik, şimdici siyasi ve ekonomik yaklaşımların esiri olmayarak Türkiye'nin bugünkü ve gelecekteki yerini doğru okuyan stratejiler geliştirmelidir. Böyle bir yaklaşım gelecekte sadece Türkiye-AB ilişkileri açısından değil, küresel dengeler açısından da belirleyici özellik arz edecektir.
Son olarak, Türkiye-AB ilişkilerinin ilerlemesi faaliyetlerine büyük katkılarda bulunan İKV'nin, uzun ve ince AB üyelik sürecimizde, 2020'li yıllarda da devam ettireceği çok yararlı ve yol gösterici çalışmalar için şimdiden teşekkürlerimi sunuyorum.
Büyükelçi Mehmet Kemal Bozay, AB Nezdinde Türkiye Daimi Temsilcisi