AB GÜNDEMİ: ABD`deki George Floyd Protestoları Avrupa`ya da Yansıdı
ABD'deki George Floyd Protestoları Avrupa'ya da Yansıdı
Aylardır koronavirüs nedeniyle giderek artan sayıdaki ölüm haberleri dünyayı her açıdan altüst ederken, tüm dünyada 344 bin, ABD'de ise 98 bin kişinin ölümünün kayıtlara geçtiği 25 Mayıs 2020 günü ABD'nin Minneapolis şehrinde gerçekleşen bir ölüm, önce ABD'de sonra Avrupa'da yarattığı ve ileride yaratacağı etki itibarıyla dünyada bambaşka bir gündem oluşturdu.
Sözkonusu olay, sahte bir 20 dolar ihbarı ile başlayan ve polisin durdurmasından sonra silahsız ve elleri arkada kelepçelenmiş olarak yere yatırılarak üç polis memurunun gözü önünde Derek Chauvin adındaki beyaz polis memuru tarafından, defalarca "Nefes alamıyorum" demesine rağmen, 8 dakika 46 saniye boyunca dizi ile boynuna bastırmak suretiyle 46 yaşındaki George Floyd adındaki siyah vatandaşın öldürülmesi.
Videoya çekilmiş olan bu acımasız olayın görüntülerinin sosyal medyada paylaşılmasıyla başlayan protestolar çok kısa bir sürede Amerika'nın 50 eyaleti ve sayısız şehrinde ve kırsalında şimdiye kadar görülmemiş bir destek bularak yayıldı. 2014'te yine "nefes alamıyorum" derken öldürülen Eric Garner, 17 yaşındayken öldürülen ve katilinin 1 yıl aradan sonra serbest bırakılmasına tepki olarak "Siyahların Hayatı Değerlidir"(Black Lives Matter) sloganının çıkmasına neden olan Trayvon Martin ve 2015'te Baltimor'da polis gözetimindeyken işkence sonrası komaya girip ölen 25 yaşındaki Freddie Gray'in ölümlerinin yarattığından farklı bir durum ortaya çıktı.
Eski ABD Başkanı Barrack Obama, George Floyd protestolarının onlarca yıldır polisin yaptığı uygulamaların ve hukuk sistemlerinin reforme edilememiş olmasına karşı meşru bir kızgınlık olduğunu söylerken, Brookings Enstitüsüden Andre Perry, ABD'deki konut, ekonomik ve sağlık politikalarının ayrımcılık yaparak siyahileri ve yaşadıkları mahalleleri risk altına soktuğuna değiniyor. Her ikisinin de vurguladığı nokta aslında ABD'de ırkçılığın kökenlerinin çok daha derinlere uzandığı ve bireysel olduğu kadar sistemik olarak da var olduğu.
Erdem İlter, Perspektif online'daki 2 Haziran 2020 tarihli ''Amerika'daki Kurumsal Irkçılık ve Minnesota Ayaklanması'' başlıklı makalesinde Stokely Carmichael ve Charles V. Hamilton'ın 1967 tarihinde yazdıkları Black Power: The Politics of Liberation (Siyah Güç: Özgürlüğün Siyaseti) kitabındaki kurumsal ırkçılık tanımına atıfta bulunuyor. ''Daha az aleni olması, toplumun kurulu ve saygı gören kuvvetlerinin çalışmalarından kaynaklanmasından dolayı bireysel ırkçılığa göre kamudan çok daha az tepki gören kurumsal ırkçılık karşısında çoğu zaman toplumun ya bu kurumsal ırkçılıktan haberi yokmuş gibi davrandığını ya da gerçekten de ona dair toplumun yapabileceği manalı hiçbir şey olmadığı'' şeklindeki tanımı "beyazların üstünlüğü" (white supremacy) ve ayrıcalıklar üzerine kurulmuş olan toplumlardaki duruma ışık tutuyor.
İngiliz gazeteci Gary Younge koronavirüs karşısında beyazlara oranla neden daha fazla Siyah Asyalı Azınlık Etnik (Black Asian Minority Ethnic, BAME) ölümü olduğunu makalesinde anlatırken sistemik ayrımcılığın, "bireysel olaylar değil de karine, varsayım, güven, cehalet ve dışlayıcı kurumsal, kişisel ve profesyonel ilişki ağlarına dayanan ve ayrıcalıkla perçinlenen bir dizi süreçten" oluştuğunu söylüyor. Joe Biden'ın olası Başkan Yardımcısı adayı olarak düşündüğü Afrika kökenli Amerikalı politikacı Stacey Abrams ise bunların sistemik eşitsizlikler olmasının bir nedeninin partiler değişse ve zaman geçse de devam etmesi olduğuna değinerek bu tür olayların sadece anlık bir olay veya bir cinayet değil de tüm adalet sisteminin altyapısı ile ilgili olduğunun da kabul edilmesi gerektiğini ekliyor.
Şüphesiz ki, bahse konu olan bu olay, gerek siyahlar kadar beyazların ve diğer etnik kökenli insanların da katılması gerekse uzun süreli olması nedenleriyle ABD bundan önceki benzer olaylardan çok farklı gelişti. Bu olay, ABD'den çok kısa bir süre sonra Avrupa'nın belli başlı ülkelerinde de aynı kızgınlık ve dayanışma duygusu içinde karşılık bulmasıyla farklı bir boyuta ulaştı. Ancak ABD ve Avrupa tarihlerinin farklı seyretmeleri nedeniyle ırkçılık, ayrımcılık konularının sonuçları açısından olmasa da toplum içinde algılanışı ve ifade edilişi arasında farklar olduğu da bir gerçek olarak kabul ediliyor.
Esther King'in makalesinde, "Modern Avrupa'da yaygın bir kölelik olmadığına, Avrupa'nın ırkçılığı daha çok zenginlik ve ucuz iş gücü için yağmaladığı sömürgelerine ihraç ettiğine'' vurgu yapması bu tarihsel farkı anlamakta yardımcı. Avrupa'da ayrımcılık, ırksal profilleme ve polis şiddeti vakalarının olduğu bilinmekle birlikte protestolara dönüşmediği de bir gerçek. Oysa George Floyd protestolarını ve "Siyahların Hayatı Değerlidir" hareketini desteklemek üzere yapılan gösterilere Birleşik Krallık, Fransa, Hollanda, İspanya, Belçika, Danimarka ve İtalya'da on binlerce insan katıldı.
"Avrupa'da, biz de nefes alamıyoruz" başlıklı makalesinde hukuk öğrencisi ve aktivist Yassine Boutbout, belki de en düşündürücü soruyu ortaya atıyor. Avrupa'da da polis şiddeti sonucu benzer ölümler olmasına rağmen insanların neden kendi ülkelerinde olan benzer olaylar karşısında George Floyd'un öldürülmesine gösterdikleri kadar kamuoyunun gözü önünde kızgınlık ve dayanışmayı içeren bu denli büyük bir tepkiyi ortaya çıkarmadığına dikkat çekiyor. Kamuya mal olmuş kişilerin ise George Floyd'un öldürülmesi ile ilgili ABD'deki uygulamaları kınarken kendi ülkelerindeki benzer olaylar karşısındaki tutumlarının farklı olduğuna dikkat çekiyor. Burada Avrupa'da imparatorluktan geriye kalan mirasla ve 'o tarihin yanlış anlaşılmasını günümüze kadar bozmaya devam eden toksik bir nostalji' ile ilgili 'seçici unutkanlık' olduğundan söz eden İngiliz gazeteci Gary Younge'ın bu analizi oldukça ilginç. Ve aslında ABD'de vatandaşların ülkelerinin tarihindeki baskı rejimi ve ırkçılığın farkında olduğunu ancak Avrupa'da bu konunun konuşulmasının neden neredeyse tabu olduğuna da ışık tutuyor. Özellikle kolonyal geçmişe sahip Birleşik Krallık, Fransa, Hollanda ve Belçika gibi ülkelerin hala geçmişleriyle yüzleşmekte zorlandığı da yapılan yorumlar arasında.
Tam da bu nedenle göstericilerin, Avrupa'nın unutmayı seçtiği tarihinin sembolleri olan heykelleri hedef almaları oldukça anlamlı. 10 milyondan fazla Kongolu'nun ölümünden sorumlu King Leopold'un Belçika'daki heykelinin protestolar sırasında boyanması, 17'nci yüzyılda yaşamış ve köle ticareti yaparak zenginliğini kazanmış olan ve bu nedenden dolayı uzunca bir süredir varlığı tartışmalara neden olan Edward Colston'un Bristol şehir merkezindeki heykelinin göstericiler tarafından yerinden koparılıp nehre atılması, Churchill'in Londra'daki heykelinin üzerine boya ile ırkçı yazılması, Avrupa'nın kendi tarihiyle yüzleşmesine yol açtı. Bunun sonuçlarından biri, Birleşik Krallık'ta kamuoyunun heykellere saldıranları kınayanlarla, bu heykellerin sembolize ettikleri değerlerin siyahi ve etnik kökenli insanları rencide eder nitelikte olmasından dolayı kaldırılmasından yana olanlar arasında ikiye bölünmesi oldu. Heykellere ilişkin en ilginç yorum ise kamu alanlardaki heykeller üzerine uzman olan Claudine van Hensbergen'den geliyor. Colston'un heykelinin protestolar sırasında kaldırılıp nehre atılmasının aslında heykele yeni bir anlam yüklediğine dikkat çekiyor ve heykelin bu vesileyle ırkçılık ve beyaz ayrıcalığına karşı yapılan protestonun nesnesi olmakla ayrı bir önem kazandığını, gelecekte eğer ulusun geçmişiyle ve ırkçılıkla olan ilişkisinin yeniden tanımlanmasında siyasi rol oynaması açısından incelenebilme olasılığının ise ancak heyecan verici olduğuna da değiniyor.
Bu olaylar karşısında Avrupa'da alınan bazı tedbirler umut verici. Fransa'nın suçluyu etkisiz hale getirmek için kullanılan boyun kilidini (chokehold) yasaklaması, King Leopold'ün heykelinin şehir yetkilileri tarafından kaldırılması ve Londra Belediye Başkanı Sadıq Khan'ın Londra'daki tüm heykellerin incelenip etnik grupların daha fazla temsil edileceğine yönelik bir taahhütte bulunması ise göstericilerin seslerini duyurduklarının, yöneticilerin ise dinlediklerinin birer işareti.
Bu gelişmeler henüz bir başlangıç. Avrupa'nın kendini geliştirebileceği çok alan var.
Avrupa'daki bu alanda ilerleme kaydedilmesinin önünde engel olarak durmaya devam eden yapısal birtakım nedenlerin de kaldırılması gerekiyor. Avrupa'daki hükümetlerin düzenli bir şekilde ırk bazında veri toplamaması nedeniyle bir insanın hangi ırktan ve etnik kökenden olduğuyla iş bulma, konut edinme, sağlık hizmetlerinden faydalanma ve polisle olan ilişkilere dair bir istatistik tutulması ve AB'de 2003 tarihli Irk Eşitliği Yönergesi (Race Equality Directive) doğrultusunda uygulamaların geliştirilmesi iyi bir başlangıç noktası olabilir.
Her şeye rağmen bu konuların kamuoyu önünde konuşuluyor olması bile çok önemli ve ümit verici. George Floyd'un öldürülmesine tepki ve "Siyahların Hayatı Değerlidir" hareketine destek olarak başlayan Avrupa'daki protestolar Avrupa için yeni bir anlam ve önem kazanmış görünüyor. Hollanda'da 42 yaşındaki Karayip kökenli Mitch Henriquez'in, Belçika'da Fas kökenli 19 yaşındaki Adil'in ve Fransa'da 2016 yılındaki Adama Traore'nin tartışmalı ölümlerinden dolayı adlarının yer aldığı protestolarda verilen mesaj, "Kendi ülkesinde polis şiddetine maruz kalan insanların da adalete ihtiyacı var?". Bir ölümle tetiklenen George Floyd protestolarının tarih içindeki yerini nasıl alacağını zaman gösterecek ama daha şimdiden dönüştürücü etkisinin işaretlerini görmek olası.
Şehnaz Dölen, İKV Kıdemli Uzmanı